Vergilendirme yaklaşımı üzerine
İş dünyasının ana gündemi vergiler…Her gittiğim yerde vergi konusu konuşuluyor. Son olarak akaryakıt ve doğal gazda ÖTV oranları artırıldı. Böylece 1 litre mazot ve benzine 6 lira birden zam geldi.
Enflasyonla mücadelede günümüzde en yaygın kullanılan yöntem para politikası araçlarına dayalı. Oysa IMF gibi kurumların ekonomik görünüm raporlarında ara ara değindiği üzere maliye politikaları da enflasyonla mücadelede para politikasının olmazsa olmaz eşlikçisi durumunda.
Küresel ekonomide yaklaşık 1,5 yıldır süren parasal sıkılaşma adımları enflasyonu düşürmedeki başarısından çok piyasalar üzerinde yarattığı şimdilik ufak çaplı da olsa krizlerle anılıyorlar...
Ve küresel arenada sıkı bir maliye politikasına geçiş yapmak bu krizler düşünüldüğünde mümkün olmamış görünüyor. Altında yatan nedenler olarak; sıkı maliye politikasının vergilendirme bacağının ekopolitik açıdan çok daha net ve acı sonuçlar yaratacağı endişesini, harcama tarafında ise, hem jeopolitik gelişmelerin hem de hayat pahalılığı nedeniyle katılaşan hizmet sektörü ve ücret beklentilerini sıralayabiliriz.
Gelişen ülke kategorisinde olan ülkemizde ise enflasyonu düşürmeye yönelik olarak uygulanan IMF programlarında para politikası ile beraber bütçe dengesini gözeten sıkı bir maliye politikasının da beraberinde uygulandığı dönemlerin bulunduğunu biliyoruz.
Bu tip programlarda vergi artışlarının yanı sıra maaş zamlarının da kontrollü bir biçimde ele alındığı ve kemer sıkma olarak tabir edilen önlemlerin daha çok halkın sabit gelirli kesimine yansıtıldığı da bir gerçektir.
Normal koşullar altında vergi artışları halkın servet ve sermaye sahibi kesimi üzerinde etki eder.
Hatta buna literatürde artan oranlı vergi denilir ki; çeşitli gelir ve servet sahibi gruplar üzerinde eşitlikçi bir yaklaşımla tahsilatlar gerçekleştirilmiş olsun. Dolayısıyla da ABD ve Avrupa ülkelerinde vergi artışları doğrudan bu sermayedar kesimi hedef alır.
Ülkemizde ise toplanan vergilerin türlerine göre dağılımı incelendiğinde yüzde 65-70 arasında değişen ağırlıklarla dolaylı vergilerin baskın olduğu görülür.
Üstelik OECD ortalamasına göre bir kıyaslama da yapacak olursam kurumlar ve gelir vergisi gibi doğrudan vergilerdeki ağırlığın yaklaşık 10 puan daha düşük olduğu, buna karşılık sosyal sigorta vergilerinin 5 puan, tüketim vergilerinin ise 7 puan daha yüksek olduğu görülür.
Özetle Türkiye’de en çok vergi, sabit gelirli yani maaşlı kesimden ve tüketim olarak adlandırılan ÖTV, KDV gibi dolaylı vergilerden tahsil edilmektedir.
Dolayısıyla bu da az gelirli olan kesimin hem geliri hem de harcaması üzerinden en çok vergi ödemesi anlamına geliyor ki; işte sorunun yapısal hali buradan kaynaklanıyor.
Son vergi artışlarının piyasalar üzerindeki etkisine değinecek olursam kurumlar vergisinde yüzde 25 ve finans&sigorta sektöründe yüzde 30’a çıkarılan Kurumlar Vergisi, belli yapısal teşviklerin verilmesi ve bankalar üzerindeki makro-mikro ihtiyati tedbirlerin sadeleşmesi halinde tolore edilebilir gibi gözükürken; KDV oranlarında meydana gelen artışların iğneden ipliğe binlerce ürünün fiyatını arttıracak olması nedeniyle enflasyonist olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Diğer taraftan yine OECD ortalamasına göre bir kıyas yaptığımızda, ülke olarak emlak vergisinde 1,5 puan düzeyinde geride olduğumuz görülüyor. Ki; son yıllarda gayrimenkulün bir yatırım aracı olarak değerlendirildiği dikkate alınacak olursa, bu oranın kamu için önemli bir kayıp olduğuna da dikkat çekmek isterim.
KDV oranlarıyla atılan taş ürkütülen kurbağaya değecek mi?
Maliye politikasının vergilendirme tarafı; bütçeye gelir temin etmek ve ekonomiyi soğutmak için kullanılır. Tüketim talebi fiyatları arttırıcı bir unsur olarak istenmeyen bir durum olduğundan sebep ekonomiyi soğutmaktan kasıt bizim tarafta talebi baskılamak. Diğer taraftan ülkemizdeki büyümenin önemli bir kaynağı da iç talep… Dolayısıyla burada harcamaları baskılayarak, enflasyonu düşürme yolunun seçilerek büyümeden feragat edileceğini görebiliyoruz.
İnsanlar yaşamak için tüketmek zorunda. Tam da bu sebeple 2022 yılında KDV rejiminde yapılan bir değişikle temel gıda ürünlerinin oranı yüzde 1 olarak belirlendi.
Ancak zorunlu tüketim ihtiyaçları salt temel gıda ürünlerine de bağlı değil. Örneğin KDV oranı yüzde 20’ye yükselen sabun, deterjan, tuvalet kağıdı gibi temizlik sarf malzemelerinin de zorunlu ve rutin bir harcaması var.
Dolayısıyla kaçınılmaz bir biçimde enflasyonu yükseltecek olan bu artışların bütçeye tahmini gelirinin 30 milyar lira, ek merkezi yönetim bütçesinin de 1,1 trilyon lira olduğu hesaba katıldığında nasıl bir neden-sonuç ilişkisi doğuracağını hepimiz yaşayarak göreceğiz.
Özetle ülkemiz sermayenin Avrupa ya da ABD kadar yoğun olduğu bir ülke değil ve toplanan vergi yükü sabit gelirlilerin sırtında. Üstüne üstelik dolaylı vergiler fiyatlar üzerinde de yukarı yönlü baskı yarattığından bir süre sonra oluşan enflasyonun yükü, ücret artışlarıyla yine kamunun üzerine baskı oluşturarak, bir sarmal oluşturmakta…
Öyle ise vergilendirmede artıştan önce yapısal ve artan oranlı dönüşüme y ö n e l m e k bir çözüm olabilir.