Varoluşçu iktisat
Can KESKİN
İnsan özgür olmaya mahkumdur demişti Jean Paul Sartre. Varoluşçuluğun temellerini belirten bu cümle aslında siyasal sitemlerin nasıl oluştuğuna dair kritik bir anlam içermektedir. İnsanın varoluşun temelleri seçim yapma, sonuçlarla yüzleşme, sonuçları değerlendirme ve tekrar seçimler yapma döngüsüne doğrusal bir bakış açısı ile zamansal düzlemde anlatılır. Buna “tarih” deniyor.
Pozitif bilimlerde etki tepki mantığıyla şekillenen bu durum, hayatın iktisadi temellere ne kadar bağlı olduğunun en saf halidir aslında. Siyasal sistemler oluşmuştur çünkü; insanoğlu her bir düşünürün ihmal ettiği bir evrim eksikliğiyle yaşar. İçgüdüsel olarak hayatta kalma gereğinin lokomotifi olan evrim insana sonuçlara katlanamaması gereğince bir sistem üzerinden kaçış mekanizması hazırlamasına, başka bir deyişle siyasal tasarımlar oluşturmasına neden olur. Çünkü fırsat farklılıkları, sosyal gelişmişlik ve fizyolojik farklılıklar toplumu bir bütün olarak belirli bir gelişmişlik eşiğinin altında bırakır ve aynı bir bebeğin ebeveyne ihtiyacı olduğu gibi toplumun da siyasi bir otoriteye ihtiyacı vardır.
Siyasette iki temel taraf bulunur. Yönetim arz eden, diğer bir değişle sonuçlarla yüzleşecek olan hükümet ve sonuçlara katlanamayacak kadar aciz olan yönetim talep edenler. Basit bir arz talep mantığıyla yola çıkarsak, ürün birey veya bireyler sepeti olan halktır. Eğer yönetilme isteği yönetme arzusunu aşarsa fazla değerlenen ürün halk diktasına, halkçılık anlayışına neden olur. Aksine yönetme arzusu talebi geçerse, değersizleşen ürün baskıcılık anlayışına doğru kayar. Dengeyi ise mutlak demokrasi oluşturacaktır.
21 yüzyıldır gözden kaçan bu basit denklemin kabul edilmesi de muhtemelen zor olacak ve küçümseyici bir bakış açısına maruz kalacaktır. Oysa günümüzdeki çatışmaların, hangi konuda olursa olsun, en basit insan içgüdülerin kaynakladığı gerçeği kabul edilirse, yaşam ve anlam savaşı arasında kalan insanın, muhtemel olan faniliğini de dikkate alınırsa, yüzyıllardır kör oluşumuzun nedeninin aslında doğanın eksik bıraktığı ve zamana yaydığı evrimden geldiğini kabul etmemiz o kadar da zor değildir. Ve unutulmamalıdır ki akıl düzleminin dışında metafiziğe veya inanç siyasetine dayalı olan sistemler, insanın aslında modelleme hatalarından başka bir şey değildir.
Ölümden sonra yaşam vaadinde bulunan ilahi temelli hukukun ve siyasetin büyüme potansiyelinin altında kalan dünya ekonomisinden bir farkı yoktur aslında. İnancın bireyin kendi mahremiyeti içinde kalmadığı ve siyasi dinamiklere zincirlenmiş toplumlarda yaşadığımız dünya ve insan kavramı olduğunda farklı bir boyuta ulaşır. Bu farklı boyut dünyanın algılanış biçimini değiştirir ve böylece yaşam denilen olgu değer ve anlam açısından yüksek bir sapma payı içerir. Yaşamına ve varlığına gereğinden fazla ya da gereğinden az değer biçen insanın günümüzdeki konumu inanç siyaseti modellemenin alfasını oluşturur.
Olduğundan yüksek veya az değerlenmiş her varlık, her düzen ve düşünce eninde sonunda piyasa normaline ulaşacaktır. Sonuç olarak, bu teorik yaklaşım esasına dayanarak, insan oğlunun dünyayı bir gün olduğu gibi kabul edip ona göre davranması ve yaşamını neden, sonuç ve gerçeği yansıtan göstergelerle yaşaması toplumsal ütopyanın oluşmasını sağlayacaktır. Bu ütopyada insan dünyanın sınırını oluşturacak ve toplumsal yapı objektiflikle aslına ulaşacaktır.