Uzayın yüzde 95’ini bilmiyoruz
Evvelki hafta, Güneş Sistemi’nin son durağı “eski” gezegen Plüton ve ay’ı Charon’ın ayrıntılı, renkli fotoğrafları, bilgi toplumlarında büyük heyecan yarattı. 9 yıl süren süper hızlı bir uçuştan sonra Yeni Ufuklar (New Horizons) uzay aracı, Plüton’un 10 bin kilometre yakınından geçti (ve uçuşuna devam ediyor). 85 yıl önce keşfedilen Pluüton’u ilk kez renkli olarak gördük. Bu geçişte toplanan 50 Gigabyte verinin dünyaya ulaşması 16 ay sürecek.
Bilgi toplumu medyaları, konuya haber olarak, yorumla, makale ve konulu programlarla geniş yer verdiler. Bilgi toplumları açısından bu normaldi. Bunu hep yapıyorlardı. Bilgi toplumu olmayan ülkelerde de bu haber duyuldu elbette, ama sadece hayretle karşılandı. Sonra hemen unutulmak üzere.
Aynı günlerde Rus trilyoner işadamı Yuri Milner, uzayda yaşama işaret edecek elektromanyetik sinyalleri aramak amacıyla “çığır açıcı dinleme” (Breakthrough Listen) girişimi başlatacağını açıkladı. Yanında, en tanınmış astrofizikçi Stephen Hawking de vardı. Yuri bu işe cebinden 100 milyon dolar yatırıyor. SETI Enstitüsü aynı işin 30 yıldır peşinde: Şimdiye kadar uzaydan, anlamlı bir sinyal alamadılar. Ama bu, onların şevkini kırmadı. Yeni girişimin, Londra’da 1660’dan beri çalışan Bilim Akademisi’nde (Royal Society) açıklanması, konunun magazinlik olmadığını gösteriyor. Çünkü, astrofizikçi, Irak doğumlu Prof. Jim el-Halili’nin kabulüyle, “Uzay’ın yüzde 95’i hakkında bilgimiz eksik veya hiç yok.”
Bunca yüzyıldan sonra, bilgisizliğimiz nasıl yüzde 95? Astroloji, astronomiye dönüşeli yüzyıllar oldu. Uzaya önce hayvan, sonra insan çıkalı 50 yıl. 400 km tepemizde çok uluslu uzmanlarla dolu bir uzay istasyonu var. Oraya e-posta atıyoruz, canlı görüntüyle konuşuyoruz. Yüzlerce uydu ve Hubble Teleskobu her gün uzaydan veri topluyor. Yeryüzünden yukarıya bakan düzinelerle gözlemevi 7/24 faal. Nobelli fizikçiler durmadan çalışıyor. Uluslararası işbirlikleri var artık. Hiç de Galile öncesi cehalet döneminde değiliz. Buna rağmen mi hâlâ yüzde 95 cahiliz? (Evet).
Uzayda saptanan katı madde oranı, gözlenebilen uzayın sadece yüzde 4’ü. Geri kalan yüzde 23 Karanlık Madde. Yüzde 73 Karanlık Enerji. Bu “karanlık,” uğursuz anlamında değil: Gözle görülmeyen anlamında. Einstein’in 1916’da tahmin ettiği Karanlık Enerji, uzayı sürekli büyütüyor, galaksileri birbirinden uzaklaştırıyor. 1979’da Harvard’lı fizikçi Alan Guth, bu kavramı daha da geliştirdi. Ama Karanlık Enerji’yi neyin nasıl oluşturduğu, nasıl saptanacağı bir soru işareti olarak kaldı. Bu konuyu araştırmak amacıyla, Güney Kutbu’nda 3 bin metre yüksekte, yılda sadece 3 ay çalışma yapılabilen Amundsen-Scott Gözlem Merkezi’ndeki iki farklı teleskop uzayı gece gündüz tarayarak, Karanlık Enerji’nin göstergesi olan “yerçekimi dalgalarını” saptamaya çalışıyor. 2014’te “Bulduk!” dediler ama bulamadıkları anlaşıldı. Aynı arama, İtalya’da 1,400 metrelik bir dağın altındaki Gran Sasso Araştırma Merkezi’nde (INFN) sürüyor. Yerin bu kadar dibinde çalışıyorlar, çünkü Karanlık Enerji’nin elektromanyetik özelliği yok. Her yerden geçebiliyor. Araştırmaya, doğal çevreden nano partikül bile karışmamalı.
Yüzlerce milyonlara mal olan, insan ömrünü çok çok aşan bu araştırmalar ne için? Mağara devrinden bugüne hep sorulan soruya yanıt bulmak için: Dünya, uzayda tek başına mı? Başka hayatlar olabilir mi? Nerede? Bu “çok derin” konudaki acaip yenilikçi çalışmaları anlatmak, haftaya kaldı. Bu arada NASA, Kepler-452b adlı gezegenin, Dünya koşullarını andırdığını açıkladı. Bizden 1,400 ışık yılı uzaktaymış. Görünür uzayın “sağından soluna” uzaklığı 46 milyar ışık yılı olduğuna göre, burnumuzun dibinde.