Unutulan gündeme dönmeliyiz
Biliyorsunuz, yıllardır üzülerek tartıştığımız, şikâyet ettiğimiz konulardan biri gerçek gündeme, öncelikli sorunlarımıza odaklanmayıp zamanımızı ve enerjimizi suya tirit, kısır ve verimsiz çekişmelerde, içi boş kayıkçı kavgalarında harcamamız. Beş ay içinde kendimize has nedenlerle tekrarladığımız ikinci genel seçim öncesinde temennimiz gerçekleşmiş, gündem değişmiş görünüyor; ama maalesef düşündüğümüzün tam tersi bir yönde. Ortadoğu soslu bir gerilim filmi platosunda, oyuncularını ve konusunu anlayamadığımız kanlı bir bulmaca ile uğraşarak bırakın önceliklerimizi, günlük sorunlarımızı bile unutmuş durumdayız. Söylemeye insanın dili varmıyor ama bu defa ekonomi o kadar gündem dışı ki eğitim, inovasyon, tasarruf gibi kronik yapısal sorunlar bir yana bütçe, faiz ve döviz kuru gibi olağan tartışma konularına bile ilgi gösterilmeyen bir ortamda politikacıların hamaset dışında çaba harcamalarına gerek kalmıyor. Sadece güvenlik hassasiyeti nedeniyle ezeli zafiyetimiz hukuk sisteminin irdelendiğini görüyoruz. Bizlere de hiç değilse bu seçimden sonra siyasetin ve toplumun gerçek gündeme dönmekten başka bir çıkış yolu bulunmadığını anlamasını dilemek kalıyor.
Değişimde toplumsal uzlaşma şart
Gerçekten de başarısızlıkları ya da ihmalleri tümüyle siyasi partilere yıkmak hiç de gerçekçi değil, çünkü sonuçta onları da toplumun talepleri, eğilimleri ve bütün unsurlarıyla içinde yaşadığımız ekosistem yönlendiriyor. Politikacıların sorumluluğu büyük ölçüde refah ve istihdam açısından varılan sonuçlarda somutlaşıyor. Ancak bu sonuçların kalıcı bir şekilde yüksek düzeyde gerçekleşmesi, toplumsal iç dinamiklerin ve ekosistem unsurlarının sürekli geliştirilmesine bağlı. Bunu yapabildiğimiz takdirde, uluslararası konjonktür dalgalanmaları nasıl olursa olsun, gelişmekte olan ülkeler içinde göreceli bir avantaj kazanmamız ve sıçrama yaratacak kaynağı çekebilmemiz işten bile değil. Son yıllarda kaotik küresel konjonktürde eğitim ve verimlilikte sağladığı artışla Hindistan'ın ve reformlar üzerinde toplumsal mutabakat oluşturmasıyla Endonezya'nın ulaştığı başarı bunu açıkça gösteriyor. Ama eğri oturup doğru konuşalım, politikacılarımız, hele seçim dönemlerinde, bu perspektiften ve sağlanması gereken toplumsal mutabakattan söz ediyorlar mı?
Biz başlangıçta benimsemiş gibi görünsek de kısa zamanda bu yolu zahmetli bulup geçici olarak genişleyen küresel likiditeden de destek alarak tümüyle dış kaynaklı büyümeye dayanan bir politika izlemeyi bilinçli olarak tercih ettik. Ancak doğrusu bu tercihe tam anlamıyla stratejik bir nitelik kazandırdığımız da söylenemez; çünkü kaynak girişlerini ne doğrudan yatırımlarda stratejik önceliği olan sektörlere yönlendirebildik, ne de portföy girişlerini verimli yönetecek bir plan geliştirdik. Ekonomideki hastalıklı üretim yapısını da değiştirmediğimiz için döviz kurlarında her yükselişle şoka uğrayan şirketlerimiz ve büyüme düşse de o ölçüde azalmayan kronik bir cari açığımız oldu. Net döviz pozisyonunda ekonominin bütünü için verdiğimiz açık o kadar yükseldi ki, uluslararası kuruluşların tümü bizi yükselen ülkeler arasında en kırılgan ülke olarak sınıflandırıyor. Tezelden aklımızı başımıza devşirmez de aynı doğrultuda devam edersek otoban yerine keçi yoluna çıkmamız, giderek G-20 den de, daha kötüsü yükselen ülkeler grubundan uzak düşmemiz ihtimal dahiline girebilir.
Görünüşü kurtarmak çözüm değil
Çocukluğumdan hatırlıyorum, sanayi sözcüğünü ilk kez her yerleşim biriminde bulunan “oto sanayi” levhalarında görmüştüm. Bunların sanayi olmadığını, otomobil tamirhaneleri olduğunu yıllar sonra anladığımda da üzülmüştüm. Zaman içinde pek çok konuda düşünce ve davranış biçimimizin, bu kadar komik olmasa bile, kendimizi kandırmaya ve görünüşü kurtarmaya endeksli olduğunu defalarca gözledim. Eski örneklere gerek yok, geçtiğimiz hafta oluşan üç gelişme ile ilgili yorumlara bakmak yeterli.
İlki Ağustos ayı cari açığının olağan düzeyin neredeyse yirmide birine inip 163 milyon dolara düşmesinin yarattığı sevinç dalgası. Oysa bunun genel olarak büyümenin yavaşlamasından ve özel olarak da ağustos ayında ithalatın istisnai düşüşünden kaynaklandığı biliniyor. Üstelik bu düşük açığı finanse etmek bile döviz rezervlerinin 426 milyon dolar eritilmesiyle mümkün olabilmiş. İkincisi, fiilen büyüme politikasının temel sektörü haline getirdiğimiz inşaatı kağıt üzerinde de öncelikli hale getirecek “yabancılara konut satışının döviz kazandırıcı hizmet sayılması” önerisi. Teşvik rejimiyle ilgili onca çalıştay ve toplantıdan böyle bir öncelik çıkmamıştı ama fark etmez, bizde söylenenlerle uygulamanın birbirini tutmaması olağan. Böylece vergi istisnaları ile zaten doğal bir koruması olan sektöre yeni vergi teşvikleri ve kapsamı zaten tartışmalı bir şekilde genişletilmiş olan MB reeskont kredilerinden yararlanma imkanı verilirse inşaatın kredi hacmi içindeki payı tehlikeli bir şekilde artacak. Bugün için yarını, kısa vadeli yarar için stratejiyi feda etmenin yeni bir örneği olacak. Üçüncüsü de göçmen sorununda işbirliği baskısıyla gündeme gelen AB yardımının, üyelik sürecinde bahar havası gibi algılanması. Oysa 1963'te başlayan sürecin elli yılın ardından ancak böyle bir pazarlıkla canlandırılmak istenmesi bile moral bozucu. Kaldı ki bunun gerçek bir canlanma olduğu da kuşkulu.
Sözün kısası, kafayı değiştirmek zorundayız. Zaten özkaynağını, yani üretimdeki katma değeri arttıramayan bir ülkenin üretmek için borçlanmaktan başka çaresi kalmaz. Yapısal zaaflarını düzeltmeye yanaşmamakta ısrar ettikçe dış konjonktüre bu kadar bağımlı ve kırılgan olmamız kaderimiz olmayı sürdürecek...