Üç cisim problemi: Kur, faiz, enflasyon
Şu aralar ücretli yayın akışı sağlayan bir platformda yayınlanan daha önce kitabı da çıkmış bir dizi var. Ancak hareket noktam bu defa bu dizi ya da kitaptan değil, ona ilham veren ve iki asır çözümsüz kalan bir matematik problemi olan isminden geliyor.
Üç cisim problemi: Üç nokta kütle parçacıklarının karşılıklı kütle çekim etkileşimleri altındaki hareketini tanımlar. Örneğin Ay'ın ve Güneş'in etkisi altındaki Dünyanın hareketi bu probleme örnek olarak gösterilebilir. Ekonomi, her ne kadar matematik, fizik hatta onun bir alt dalı olan termodinamikten etkilenmiş olsa da sonuçta insan davranışını ve toplumu merkezine alan ve politikayla sıkı ilişki içinde bir sosyal bilimdir.
Dolayısıyla belki faiz ve enflasyon olgusu arasındaki ilişki parasalcıların ilham kaynağı Fisher denklemiyle gayet basit bir matematiğe işaret ediyor olsa da ; i = r* + π (nominal faiz oranı = reel faiz oranı + enflasyon) ülkemizde sadece faiz ve enflasyon meselesi olmadığından bu kadar basit değildir. Neden mi? Şöyle bir son otuz yıldaki krizlere göz gezdirelim: 1994- 1997’de Asya krizinden tamamen yerli ve milli 2001 bankacılık krizine ve 2008’de adı üstünde teğet geçen küresel ekonomik krize girmişiz.
Ardından 2008-2012 yılları arasında öğretmenlerimizin yurt dışı seyahatlerine gidebildiği tatlı hayat dönemi ve 2013’te Gezi olaylarıyla başlayan süreçle hem enflasyon hem de döviz kurunda başlayan artış, 15 Temmuz 2016’da yaşanan hain darbe girişimi ile bu görünümün içselleşmesi, 2018’de Rahip Brunson, 2019’da S-400 Krizi, Halk bankası davası derken ardından Pandemi ve Rusya Ukrayna Savaşı'nın patlak vermesi ve bir dizi ekonomik model, yönetim değişiklikleriyle bugünlere gelişimiz.
Fisher denklemine göre neresinden bakılsa artık pozitif reel faiz bölgesindeyiz. Mevcut durumda Şubat ayı yıllık enflasyonu yüzde 67, politika faizi yüzde 50+ bileşikte yeni faiz koridoruyla yüzde 69-70’lere gelmiş durumda. 2002 yılında da enflasyonu düşürmek için IMF’le imzalanan stand by anlaşması kapsamında politika faizi benzer oranlardaydı
. Programla, 2004 yılında kronik enflasyonun beli kırılmış ancak yıllarca sürdürülen düşük kur, yüksek faiz politikası tasarrufların yeterli düzeyde yatırıma dönüşmesini sağlayamamış ve üretimde yeteri kadar verimlilik artışı sağlanamadığından, yerini kronik bir cari açık ve yüksek kur kırılganlığına bırakmıştır.
Hükümet zaman içerisinde düşük faizli krediler ve sonrasında da düşük politika faiziyle büyüme yönünde bir takım alternatifler geliştirse de başarılı olamamış ve tekrar sıkı para politikasına dönüş sağlanmıştır. Öyleyse elimizde, oldukça zorlu bir üç cisim probleminin varlığından söz edilebilir. Şöyle ki kurun düşük faizin yüksek olması ithalatı cazip hale getirip, yatırımlara yeterli akışı sağlamazken; yüksek kur da bu defa yüksek geçişkenlikle enflasyon yaratıp, bu defa da enflasyonun düşürülmesi için faizleri yükselterek, yatırımları vurmaktadır.
Kendi büyüme algoritmamızı oluşturmalıyız
Ayrıca kur düşse bile dolarizasyon hep bakidir…Örneğin ülkemizde 2002 yılından bu yana dolarizasyonun hiçbir zaman yüzde 30’un altına düşmediğini görürüz. (IMF, dolarizasyon oranının yüzde 30’u aşmasını tehlike kabul etmiştir.) Şimdilerde olduğu gibi kurun yükseliş dönemlerinde de hep yüzde 50’nin üzerine çıkmıştır. Aslına bakılacak olursa kur riski, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin sorunudur.
Özellikle gelişmekte olan piyasa ekonomileri, sıcak para olarak tabir edilen portföy akımlarında yoğun dalgalanmalara maruz kaldığından ilginçtir ki bu konudaki bilimsel literatür bile 80’li yıllardan sonra büyük ölçüde Latin ve Türk yazarlar eşliğinde oluşturulmuştur. Bu durum belki de bizim ve Latin ülkelerinin neden sıklıkla kur krizlerine girdiklerini de açıklar. Öyleyse artık bazı gerçekleri de özümseme zamanıdır. Belki de yapmamız gereken enflasyon sorununu çözerken, bir taraftan da kendi büyüme algoritmamızı oluşturmaktır. Ne dersiniz?