Tutsak politikacılar mı, yoksa popülist demagoglar mı?
Dani Rodrik yeni çıkan kitabı dolayısıyla artık oldukça eski sayılabilecek bir fikrini de tekrar tedavüle sokmuş bulunuyor: Siyasi Üçlem (trilemma), yani bir ülkenin aynı anda demokratik, küresel ekonomik sisteme tam entegre ve bağımsız (ulus-devlet) olamayacağı fikri. Şöyle ki, eğer bir ülke demokratik ve bağımsız ise küresel ekonomik sisteme tam entegre olamıyor çünkü serbest ticaret ve sermaye dolaşımı nedeniyle pek çok vatandaşı zarara uğruyor ve bunları korumak için bazı konularda “korumacı” kalkanlar oluşturmak durumunda kalıyor. Eğer ülke demokratik ve global ise, bu sefer de tam bağımsız olamıyor, AB gibi bir birliğin parçası olarak hareket etmek durumunda kalıyor. Her ne kadar özellikle ekonomi-dışındaki sosyal bilimcilerin çok itirazı da olsa, esasen bu “kaba” tasnifl eme (diğer pek çok ekonomi ile ilgili kavram gibi) bugün pek çok ülkede yaşanan ekonomi politik ile ilgili sorunları daha iyi görme ve analiz etme açısından faydalı bir kavram.
Rodrik Project Syndicate’da yer alan son yazısında ise Trump ve Le Pen gibi popülist demagogların son dönemdeki yükselişinde daha önce iktidarda olan orta görüşteki (merkezci, centrist) politikacıların özellikle küreselleşmenin trilemma dolayısıyla ortaya çıkan menfi etkilerini halka anlatma konusunda açıksözlü davranmamalarının etkisi olduğu görüşünde. Yani, bir ülkenin siyasi sistemini şekillendiren ve hatta boyunduruğu altına alan tüm iktisadi ilişkileri bir kenara atarak, problemin ana kaynağının açıksözlü olmayan (=yalan söyleyen) politikacılardan kaynaklandığı, ve sistemin düzelmesi için gene bu aynı merkezci politikacıların artık “doğruyu” söylemeleri gerektiği iddiasında. Keşke iş o kadar kolay olsa!
Rodrik bu iddiayı ortaya atarken (bir ekonomist olması hasebiyle) bir ekonomi kavramını da devreye sokuyor: Asimetrik bilgi. Hillary Clinton gibi siyasetçilere seçmenler inanmakta zorlanıyor çünkü onlar doğrudan halkın yararını düşünen reformcular olsa bile, daha önce bu iddiada bulunan (ama fos çıkan) merkezci politikacılardan bir farklarını göremiyorlar. (Gerçeği bilmiyorlar, asimetrik bilgi sahibiler, tıpkı 2. el bir arabayı satanla alan arasında olduğu gibi.) Rodrik’e göre bu “asimetrik enformasyon” sorununu çözmenin yolu bu politikacıların seçmene kendi doğru kimliğini yansıtacak işaretlemelerde (signalling) bulunması. Örneğin Clinton’ın artık Wall Street sponsorlarından artık bir kuruş bile almayacağını veya seçilirse hiçbir ticaret anlaşması’nı imzalamayacağını önceden deklare etmesi.
Tabii, Rodrik böyle bir yaklaşımın popülist bir yaklaşımla arasında çok ince bir çizgi olduğunu da teslim etmekte. Bundan öte, artık bu yanlış küreselci ve serbest piyasa köktencisi fikirlerin esiri olmuş politikacıların yerine yeni ve genç nesillerin ortaya çıkması gerektiğini ifade ediyor. Politikacıların ulusal çıkarları gözeterek finansal kuruluşların özerkliğini, kemer sıkma politikalarının gerekliliğini, uluslararası ticaretin üstünlüğünü, sermayenin tam serbest dolaşımını destekleyen ve kamunun ekonomi içindeki rolünü yadsıyan yaklaşımların terk edilmesi gerektiğini vurguluyor. Yeni politikacıların ulusal kimlik anlayışı yerelci olmaktan çok kapsayıcı ve liberal demokratik prensiplere bağlı olmalı diyor Rodrik.
Bunlar çok doğru, ama doğru olduğu kadar da fazlasıyla iyimser temenniler. Bir defa Rodrik’in tanımladığı fikirlere sahip bir politikacı bulmak neredeyse imkansız, çünkü politikacılar zaten sistemin ana oyuncuları tarafından (ben de iktisadi bir kavram kullanırsam) bir “düzenleyici tutsaklık” içine alınmış vaziyette. (Düzenleyici tutsaklık (regulatory capture) kamuoyunun çıkarına hareket etmek için kurulmuş bir düzenleyici kurumun kamuoyundan ziyade düzenlenmesi beklenen sanayinin çıkarına hareket etmesine deniyor.) Özellikle lobi gruplarına ve sponsorlara izin veren ABD siyasi sistemi bu tür bir yapılanmayı fazlasıyla destekler nitelikte. Bir şekilde bu tutsaklığa yakalanmamış siyasetçiler ise maalesef çoğunlukla Trump gibi popülist demagoglar oluyor. (Bu arada Rodrik’in, gerçekten de çıkar gruplarının tutsağı olup olmadığı çok tartışmalı olan Clinton yerine dürüst ve bağımsız olduğu herkes tarafından kabul edilen Bernie Sanders’ı örnek vermemiş olması da ilginç. Bunun sebebi acaba Sanders’ın Rodrik’in içinde bulunduğu akademik camia içerisinde pek kabul görmemiş olması (ve bizzat Rodrik’in de bir çeşit tutsaklık içinde olması) mı, acaba?)