‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ mu?
Dış politika, Avrupa ile yaşanan söz düellosu ile iyice Türkiye’nin gündemine oturdu. Avrupa ile ilişkilerde üslup giderek sertleşirken, gündemdeki tartışma konuları arasına beklenmedik bir anda ABD ve İngiltere'den gelen yasak kararı da girdi. Kamuoyunda 'laptop yasağı' olarak adlandırılan Türkiye dahil bazı Ortadoğu ülkelerinden ABD ve İngiltere'ye uçuşlarda kabine cep telefonundan daha büyük elektronik cihazların alınmasına ilişkin getirilen engelleme de, hem siyasi hem de ekonomik cephede yeni bir gerilim alanı oluşturdu. İş dünyasını da etkileyebilecek yönleriyle son gelişmeleri Bilgi Üniversitesi Emeritus profesörü siyaset bilimci İlter Turan, İngilizce yayımlanan DÜNYA Executive için değerlendirdi:
Avrupa’yla ilişkilerin geldiği noktada, AB’nin Türkiye’yi oyalamasının etkisi var mı?
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye diğer aday ülkelere olduğundan çok farklı bir yaklaşım sergilediğine şüphe yok. Üyelik için öngörülen koşulların kendilerinin bile başaramadığı ölçüde yerine getirilmesi üzerinde anlayışsızca ısrarlar, bazı önemli liderlerin Türkiye’yi üye olarak görmek istemediklerine dair beyanları, bu farklı yaklaşımın tezahürlerine örnek. Ancak, kanımca bizim başka bir soru sormamız gerekiyor: Türkiye’nin AB’ye bakış açısı sadece üyelikle mi sınırlıdır?Türkiye’de Osmanlı’dan başlayan bir çağdaş toplum olma ideali var ki, çağdaşlıktan da her zaman Batı Avrupa anlaşılmıştır. Sonra, Türkiye’de hükümetler genellikle reformlar konusunda yeterince dahili irade oluşturamadığı için sık sık dış gerekçeleri iç değişim için vesile kılmışlardır. Türkiye’nin 1946’dan sonra siyasi rekabete açılmasında dahi iç faktörlerden daha fazla dış faktörlerin ve özellikle güvenlik endişelerinin büyük rolü olmuştur.
Gerek iktisadi refah gerek güvenlik açısından AB ülkeleri ve Birleşik Devletler’le yürüttüğümüz ortaklık ilişkileri AB’nin kurulmasından çok önceleri, Osmanlı’nın son zamanlarına kadar dayanıyor. Osmanlı 1856 Paris Antlaşmasıyla Avrupa Ahengi’nin üyesi olarak kabul edilmiştir. AB’ye üyelik belki bu tarihi gelişme çizgisinin ulaştığı bir sonuç noktası olabilirdi ama olmayınca ‘ben Avrupalılıktan vazgeçtim, başka bir şey olacağım’ diyemeyiz. Zaten Avrupa sadece AB üyesi ülkelerden ibaret değil. Üstelik yarın, öbür gün AB varlığını da sürdüremeyebilir. Gerek güvenliğimiz gerekse iktisadi refahımız açısından Avrupa ülkeleriyle ilişkileri AB üyesi olalım veya olmayalım, AB gelişsin veya dağılsın, yine de sürdürmek durumundayız. Bir kere Batı Avrupa ülkeleri en büyük ticari ortağımız. İçinde yer aldığımız güvenlik sistemi NATO yine bir Avrupa ve Amerikan ortak savunma sistemi; ve onun yerini alacak, Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verecek bir sistem de henüz oluşmuş değil.
Bu sorunların aşılması için karşılıklı olarak neler yapılması gerekir?
AB ile çatışmanın yarattığı bir sorun, her iki camiada da karşılıklı olarak aynı camiaya ait olmamak gibi bir duygunun gelişiyor olması. AB’nde kendi iç bunalımları yüzünden sağcı hareketler yükselirken, Türkiye’de de AB ve Batıyla ilgili söylemlerde nahoş bir tırmanma var. Böyle bir ortamda iyiye gidecek bir ilişki inşa etmek kolay olmayabilir, ancak en azından temel bağları ve kurumsal yapıları koruyarak ilişkiyi daha da kötüye götürecek girişimlerden uzak durulmalıdır. Bu sorunun bir alt boyutu da Türkiye’de dış siyasetin, iç siyasette bir mücadele aracına dönüştürülmesi alışkanlığıdır. Giderek güçlendiğini gördüğüm bu alışkanlıktan vazgeçilmelidir; iç siyasette sağlanacak kısa vadeli kazançlar, dış ilişkilerimizde uzun vadeli sarsıntı ve kayıplara yol açabilir. Müttefiklerimizi ve geçmişte kader birliği yaptığımız ülkeleri tahkir ve tezyifle bir yere varamayız. Üslubumuzu yumuşatarak işbirliği yapmanın önemini vurgulamak, geçici sorunları sürekli sorunlara dönüştürmeme iradesinde olduğumuzu sergilemek gerekir. Aksi takdirde ancak çıkar birlikteliklerinin zorunlu kıldığı hallerde işbirliği yapmakla yetinilenecek bir ilişkiye doğru gideriz. Bu durumda AB’nin çıpa fonksiyonu daha da zayıflayacak, Türkiye’ye iktisadi alanda gösterilen ilgide de bir azalma olacaktır. Ayrıca belki de ileride oluşabilecek Avrupa veya Batı güvenlik yapılarının içinde yer alamayacağız. Her yönüyle Türkiye’nin çıkarlarına uymayan bir gelişme çizgisi içine girebiliriz.
Türkiye'den uçuşlara ABD ve İngiltere’den gelen ‘laptop yasağı’nı nasıl değerlendirmek gerekir?
Avrupa ve ABD dışa hitap ederken, üslubunda itinalı olmakla birlikte eylemlerinde acımasız. Türkiye ise söylemlerinde itinasız, eylemlerindeyse etkisiz bir görünüm sergiliyor. Bu yasak bir yandan kendi hava yollarını korumayı amaçlarken, diğer yandan Türkiye’nin kendilerine karşı sürdürdüğü itinasız tavra bir cevap niteliği taşıyor. Laptop yasağı, sadece belli şehirlerden Amerika’ya direkt uçan firmaları kapsıyor. Adı konmasa da, bunların hangi firmalar olduğu belli. Eğer yasak Amerika’ya ülke dışından gelen tüm uçuşları kapsasaydı, güvenlik gerekçesiyle yapıldığına ikna olabilirdik. Görünüşte dünyanın en hızlı gelişen havayolları hedef yapılmışa benziyor. The Economist bir kaç ay önceki bir haberinde THY ve Körfez kökenli üç, toplam dört, hava yolu şirketinden “süper taşıyıcılar” diye söz etmiş, bunların hızla geliştiğini, Asya, Avrupa, Ortadoğu ve ABD›yi birbirine bağladığını, dünya hava ticaretinde egemen konuma yükselen, yıldız hava yolu şirketleri olduklarını belirtmişti. Bu şirketlerin gelişmesi kendi havayollarının da ayakta kalması konusunda hassas olan Avrupa ülkeleri ve ABD’yi rahatsız ediyor. Son tahlilde, özel şirketlere ait de olsa, hava yolları ulusal güvenlik açısından önem arzeden bir güç unsurudur. Dolayısıyla bu yasağı, son yıllarda dünyada pek çok noktaya uçan, ummadık destinasyonlardan aktarmalı yolcu alan THY’ye ve diğerlerine karşı yapılanları, yapanların ince, benim ise kaba bulduğum ekonomik bir tedbir olarak değerlendiriyorum. Çünkü esas itibariyle verilen mesaj “Bu havayollarıyla seyahat etmek tehlikelidir.”
Sıkıntıların temel kaynağı nedir sizce? Türkiye’nin hiç mi dostu yok?
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ifadesi uluslararası politika söz konusu olduğunda biraz anlamsız kalıyor. Bu alanda zaten çıkar birliktelikleri egemendir. Dostluğu bu çıkar birlikteliğinin dışındaymış gibi kavramsallaştırmak isabetli değil. Böyle bakıldığında Türkiye son zamanlarda, uzun süredir geliştirmiş olduğu çıkar birlikteliklerini koruyamadığı gibi yenilerini inşa etmekte de güçlüklerle karşılaştığı görülüyor. Batıyla ilişkilerimizin yerini alacak Rusya ve Şanghay opsiyonundan bahsediliyor. Bir kere, ortada gelişmiş, etkin, bütünleşmiş bir Şanghay işbirliği örgütü yok. Bir an için, Batıyla olan ilişkilerinizi bir yana bırakıp, Rusya veya Çin’in önderliğinde bir savunma sistemine girdiğimizi varsayalım. O durumda, onların talepleri karşısında ezilebiliriz. Örneğin, son yıllarda çıkarlarımızın yakınlaştığını düşündüğümüz Rusya, Türkiye’nin bütün ısrarlarına rağmen, Suriye’de isteklerimiz doğrultusunda hareket ediyor mu? Hayır. ABD de öyle.
Bir husus daha var. Çıkar birliktelikleri bir ülkedeki mevcut siyasi kurumlar aracılığıyla oluşturulan politikalarla uygulamaya yansır. Bu politikalar yapılırken, çıkarlar esas alınsa da, özellikle demokrasiyle yönetilen ülkelerde, kamuoyunun tercihleri gözden uzak tutulamıyor. Bir ülkenin kamuoyunda yarattığınız olumsuzluk, o ülkenin size karşı oluşturacağı politikalara da bazı sınırlamalar getiriyor. Çıkar birlikteliği dediğimiz şey herkesin üzerinde yüzde 100 anlaştığı ya da miktarını bildiği bir şey olmayıp, bir ölçüde de algı meselesidir. Dostane olmayan ilişkiler çıkar birlikteliğinin oluşmasında da güçlükler çıkarır. Son zamanlarda Türkiye› nin ilişkilerinin dostane çerçevede geliştiğini söylemek kolay değil. Bu da dış politikamızda sağlanabilecek başarıları sınırlıyor.