Türkiye’yi uçurmanın formülü
Siyasetle yoğun biçimde ilgilenmeye başladığım ilkokul yıllarında, köyümüzde bakkal ve muhtar olan Niyazi Sevim’in radyosunda ajans haberlerini büyük bir merak yoğunluğuyla dinlerdim. Menderes’in iktidara yerleştiği 1950’li yılların ortalarındaki seçimi kazanmasından sonra, uzun uzun listeleri yayınlanan “vatan cephesi” haberlerine anlam veremediğimi anımsıyorum. Babamın “milleti bölüyorlar” öfkesine, amcalarımın “tek parti öfkesinden” beslenen sorgusuz destekleri nedeniyle atışmaları anı dağarcığımda diri durur,
Çocukluk günlerimden bugünlere birikimlerim, “vatan cephesi”, “milliyetçi cephe”, “ solcu grup”, “ ülkücü gençlik”, “muhafazakar kesim”, “müslüman gençlik”, “devrimci gençlik” “ cumhuriyet ittifakı” ve “ millet ittifakı” gibi kavramlar üstüne inşa edilen söylemlerin “hayırlara vesile” olmadıkları düşüncesine götürüyor beni.
Siyaset yarışında destekçilerini konsolide etmek için “cephe yaratma” anlayışının toplumsal enerjimizi odaktan saptırdığını ve verimsizlik kanallarını açtığını düşünürüm. Bu tutuma dolaylı dolaysız, istekli isteksiz, iyi niyetli ya da art niyetli, bilgili ya da bilgisiz katkı yapanların vebalını da omuzlarında taşıdıkları kanısındayım. Bütün bu kolaycı yolların, “proje-odaklı siyaset yapma” düzeyine eriştiğimizde terk edileceği umudunu korurum.
Patinajın nedeni
Menderes iktidarını anlayarak izlediğimi söyleyemem, ama Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarlarını mesleki zorunluluk kadar meraklı gönüllükle de yakından izledim; izlemeyi sürdürüyorum.
Ülkemizde politikacıların çıraklık dönemlerinde elde ettikleri güçlü atılımların, kalfalık ve ustalık dönemlerinde neden “patinaj” yaptığının sosyolojik, ekonomik ve teknik cevaplarını da tartışmasız netlikte açıklayabilmiş değilim.
Ülkenin yönetimini üstlenmiş politikacıların ve yetki sahiplerinin niyetlerinden hiçbir zaman kuşkum olmadı. Hepsi yola çıkarken, maddi ve kültürel zenginlikleri artırarak, insanlarımızın yaşamını kolaylaştırma ve refahlarını artırma niyetiyle hareket ettiklerini düşünürüm.
Hepimiz 2000’lı yılların başında bugün yaşananlardan daha ağır kriz yaşandığına tanıklık ettik. Krizden, Kemal Derviş’in liderliğinde hazırlanan programın, “öngörme ve önlem alma disiplinini” öne çıkaran, “ sürdürebilir gözetim ve denetimi” güven altına alan “ kurum ve kurallar” işleten önlemler paketiyle çıkıldını biliriz.
Yakın tarihin dersini birlikte sorgulamalıyız: Kurallar ve kurumlar işlediği zaman etkili sonuçlar alabiliyor muyuz? Alıyorsak, kural ve kurumları dışlayan eğilimlerin seline neden kapılıyoruz?
Kural ve kurum
Halkımızın engin akıl birikimi, “Ev danasından öküz olmaz” uyarısını yaptığı için, kendi düşüncelerimizi paylaşma yanında, başkalarının tanıklıklarına başvuruyoruz.
Kural ve kurumların bir ülkenin kaynaklarını değerlendirmesinde ne denli önemli araçlar oldularına ilişkin birkaç tanıktan düşüncelerini ödünç alalım…
Slavoj Zizek, bir toplumu anlayabilmek için, açık kurallarını bilmenin yeterli olamayacağını, kuralların nasıl uygulandığını da bilmek gerektiğini belirtir. Kuralları ne zaman uygulayacağımızı, ne zaman ihlal edeceğimizi, sunulan bir tercihi ne zaman geri çevireceğimizi ve ne zaman bir şeyi yerine getirmeye kaçınılmaz bir şekilde yükümlü olmakla birlikte bunu özgür tercihimiz gibi göstermemiz gerektiğini anlamanın önemli olduğunu söyler.
Güven Sak,” Bir ülkede kural hâkimiyeti yoksa, kararlar herkesin bildiği kurallara dayalı olarak şeffaf bir biçimde alınmıyorsa, kurulların nasıl değişeceği önceden belirli süreçlere dayanmıyorsa, o ülkeden ne boru hattı geçebilir ne de bir değer zinciri inşa etmek mümkün olabilir” der.
Daron Acemoğlu da “Kurallar kişiler ve kurumlar tarafından belirlenir; ‘kapsayıcı kurumlar’ tarafından uygulanır. Türkiye şu anda bir kurumlararası dengenin tesisi sürecinden geçiyor. Bu süreçte güç ordudan, köklü holdinglerden ve devlet bürokrasisinden toplumun farklı kesimlerine kayıyor.Bu kaçınılmazdı ve tarihden öğrendiğimize göre bu tür geçişler zor ve inişli çıkışlı olur.
Şu anda sürecin iniş kısmında olduğumuzu, ama zaman içinde kurumların güçleneceğini düşünüyorum.Burada önemli olan şudur: Kurumsal güçlenme bir partinin güçlenmesi ya da bir partinin gidip diğerinin gelmesiyle olmaz. Ben sivil toplum tarafından kontrol edilen, tüm partilere, iş kollarına ve bürokratlara eşit mesafede olan bir kurumsal yapılanmadan söz ediyorum,” saptamasını paylaşır.
Douglass C.Nort’un anlatımıyla, “ Kurumlar, bir toplumda oynanan oyunun kurallarıdır. Daha formel bir anlatımla, insanlar arasındaki etkileşimi biçimlendirden insanların getirdiği kısıtlamalardır. Kurumlar, sonuç alarak, etkileşimin teşvik unsurlarına belli bir yapı kazandırırlar. Kurumlar aracılığıyla gündelik hayatı bir yapıya kavuşturursak belirsizliği azaltırız.”
Kendine fren koyma ilkesi
Bu süreçte uzmanlık, hız ve esneklik üzerine kurulu, yakınsamanın etkisini ağırlıklı hisseden ve yeni bir ağ yapısı etkileşiminin yönlendirdiği günümüzün dünyasının önemli değerlerinden biri haline gelmiştir. Döviz değerlerindeki aşırı oynamalar sonucu bir dizi önlemin yorumlanmasında uzman sesine kulak verilmelidir. Uzmanların sözüne gereken önemi vermeden, sorunları istediğimiz sınırlarda tutmamız zor. Zorluğu aşmak için Prof. Dr. Korkut Boratav gibi ekonomi uzmanının söylediklerini alıcı bir ruhla dinleyelim: “Hakim olan finans kurallarına ya uyulur ya da cezasıyla karşılaşılır.”
Bu çağrının içeriğine değişik bakış açılarına sahip olan insanlarımız katıldı.Başbakan Yardımıcısı Mehmet Şimşek en çarpıcı örneğiydi:”Türkiye piyasalarla inatlaşmayacak” dedi. Piyasada hakim olan finans kuralları neyi gerektiriyorsa o yapılacaktı…
Dünya Adalet Projesi’ne göre “kural hâkimiyeti algısının” ölçüldüğü 99 ülkedeki 100 bin kişinin katıldığı anket sonucuna göre ülkemiz 59’uncu sırada yer alıyor…
Türkiye’ yi uçurmanın formülü çok yalın ve çok açık: Kurallar ve kurumlarla yönetilen bir toplumsal örgütlenme bilincine ulaşmak… Kendine fren koymasını bilmek; bireyi, toplulukları ve toplumu ilke, kural ve kurumlarla yönetmek…Ciddi fikirlerin yerine sloganları koymamak… Kaliteli fikirleri projelere dönüştürmek…Ve de reform fikri besleyen bilgi ve uygulamaların metotlarını da kitlelerle paylaşmak.Ve de Mevlana’nın dediğini yapmak:” İki yol var her insanın önünde/ Kolayını arar gelenekte dininde/ İçine yolculuk yaparsa eğer/ Farklı yollar bulacaktır derinde…”
Eli boş dönülmeyen tek yolculuk olan içimize yolculuk yapmanın tam zamanıdır, tam zamanı….