Türkiye’nin çıkış yolu: yerlileşme ve sanayi
Hiçbir ülkenin inşaat ve gayrimenkul ile uzun dönemli kalıcı büyüme üretmesi mümkün değildir. Bu sektörler kısa dönemde büyüme üretebiliyor. Ancak bu büyümenin kalıcı olması hangi inşaatların yapıldığına bağlı. Bugün temelini attığınız inşaat faaliyeti sonraki 12-24 ay boyunca çimento, demir, cam, mobilya gibi imalat sanayi ve satış, finans ve bakliye gibi hizmet sektörü üretimini uyarır. Yeni bina üretimi inşaat faaliyetleri devam ettiği sürece bu ‘harcama etkisi’ sayesinde GSYH’da büyümeyi sağlar.
Ancak, inşaat faaliyetlerinin harcama (yani büyüme) etkisi 12-24 aydan sonra durur. Bunu enerji içeceklerine benzetebilirsiniz. ABD’de enerji içeceklerinin üzerinde minik harflerle uyarılar yer alır: bir iki saat içinde kendinizi halsiz hissedeceksiniz. Sebebi basittir. Enerji içeçecği size enerji vermez. Mevcut enerjinizi kısa süreye yoğunlaştırır. Kısa süre “coştuktan” sonra enerjiniz tükenir siz de “düşersiniz.”
Ülkede konut açığı yok ve tersine fazlası varsa bu tür inşaatların GSYH (katma değer) etkisi işte bu yüzden kısa süreli olur. Konut açığı varsa o bir sosyal ihtiyaç olarak karşılanmalıdır. Bugün Afrika ülkelerinde olduğu gibi. Böyle durumlarda inşaat faaliyeti ülkeye kısa dönemde büyüme, uzun dönemde ise elzem sosyal faydalar sağlayacaktır.
Eğer inşaat faaliyetiniz altyapı veya sanayi alanındaysa yine kısa dönemdeki harcama etkisine ek olarak uzun dönemli ekonomik ve sosyal etkileri devam eder. Örneğin, bir demiryolu yolu, havaalanı ya da köprü gibi altyapı projesinin ekonomik verimi yükseltici etkileri faal olduğu süre boyunca GSYH’nin önce büyüme oranı (artan verimlilik) sonra da seviyesi (verimlilik yükseldiği için daha büyümüş olan GSYH’nın ‘normale dönen’ büyüme oranları üzerinden seviyesinin artması) üzerinde olumlu etki yapar.
Öte yandan sanayi tesisleri de faal oldukları süre boyunca ülkedeki verimlilik, istihdam, katma değer ve ihracat gelirlerini artırdığı için konut ya da alışveriş merkezi gibi inşaat projelerine göre çok daha büyük ve uzun dönemli getiriler sağlar.
Kamu kesimi bu yüzden bir yandan altyapı diğer yandan da sanayi sektörünü destekleyici politikaları sahip olmalıdır. Seçici olmayan, hangi türde olursa olsun inşaat sektörünü destekleyici politikaların verimleri düşüktür.
Konuyu getireceğimiz nokta, sanayi politikaları. Bu politikalar, ülkenin uzun dönemli, kalıcı büyümesini sağlayarak orta gelir tuzağından çıkmasını sağlayan politikalardır. İhracatı temel alır. Adları değişik ülkelerde farklıdır. Örneğin uzak doğuda dışa açık büyüme adını almıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde ‘savunma politikası’ (defence policy) olarak adlandırılan politikalar esasında büyük ölçüde sanayi politikaları olarak sınıflandırılanilir. Avrupa Birliği’nde ise resmi olarak sanayi politikası olarak adlandırılan politikalar bizim anladığımız manada sektör bazlı sanayi politikaları değil, teknoloji, işletme, KOBİ vs politikalara verilen addır. Ancak AB’nde bizim sanayi politikası dediğimiz şeye sanayi politikası denmiyor. ABD Başkanı Trump’ın Almanya’yı neo-merkantilist ülke olarak suçlaması bu adı konmayan politikalardan kaynaklanıyor. Fransa’da da özellikle Sarkozy dönemindeki dirijist politika denemesi de aynı kaygılardan kaynaklanıyordu. Bunların dışında, Avrupa’da sanayi politikalarının en önemli örneği, havacılık alanında dünya haritasına Avrupa’yı koymayı başaran Airbus projesidir.
Türkiye’de en önemli sanayi politikası alanının şu anda savunma sanayi ve 4.5G yerlilik politikası olduğunu söyleyebiliriz. Yerlileşme üzerinden teknolojik ve üretim kabiliyetlerinin geliştirilmesini amaçlayan bu politikalar Cumhurbaşkanlığı tarafından geliştirildi ve BTK tarafından icra ediliyor. Eğer bu politikalar iyi icra edilirse Türkiye haberleşme alanında dünyanın en önemli teknoloji geliştirici ve üretici ülkeler alanında yer alabilir. 21. yüzyılda önemli bir tren yakalanmış olur.
Ancak, şu an için ülkemizin en önemli sanayi politikası olarak nitelendirdiğimiz 4.5G yerlileşme projesi alanında Türkiye maalesef henüz mesafe kaydedemedi. Geçenlerde basına yansıyan haberlerde, sadece Çin’li bir dünya devi şirketin Türkiye’de kurmak istediği bir montaj tesisinden bahsediliyor. Realitede ASELSAN tarafından geliştirilmesi gereken ULAK baz istasyonundan operatörler az sayıda satın aldılar. Oysa ASELSAN’ın mevcut sürede daha iyi bir ürün çıkarması ve operatörlerin de daha çok baz istasyonu satın alması gerekirdi. Çin şirketleri Ankara metro projesinde yüzde 52 yerlilik şartına imza atmış ancak bu yükümlülüklerini yerine getirmemişti. Anten gibi ürünlerde Türkiye’deki yerli şirketler GSM sektörü için çok kolay ürün geliştirebilir ve operatörler de alabilirdi. Ancak maalesef bu da gerçekleşmedi. Böyle giderse Türkiye 4.5G de birkaç yabancı şirketin montaj tesisinin kurulduğu bir ülke olarak kalacak.
Oysa, Türkiye haberleşme teknolojisinde 1990’lara kadar hızla ilerleyen bir ülkeydi. 1960’larda kurulan Teletaş, Türk Telekom’un Ar-Ge ve teknoloji şirketiydi. Santral donanım ve yazılımı üretirdi. 1990’larda Alcatel (Fransa’da devletin de hisselerine sahip olduğu bir telekom elektroniği şirketi) Teletaş’ı satın aldı. Bu satın almadan sonra Alcatel ismini alan Teletaş’ın ARGE çalışmaları fazlar halinde ortadan kalktı. Bugün Türkiye’deki Alcatel sadece destek hizmetleri veren bir şirket. Oysa Teletaş, santral geliştirerek üretirken bugün bir dünya devi olan Huawei kurulmamış, sahibi daha üniversiteye gitmiyordu.
Benzer bir üretici şirketimiz olan Netaş’ı yine 1990’larda özelleştirerek Kanada’lı bir şirkete satmıştık. Oysa Erbakan döneminde, 1970’lerde yabancı ortakların payı satın alınarak şirketteki yerlilik payı artırılmıştı. Böylece haberleşme alanında daha da geliştirilebilecek olan üretim, teknoloji ve ihracat kabiliyetlerimizi kaybetmiş bir destek şirketi haline getirmiştik. Netaş şu anda Huawei şirketinin bir diğer Çin şirketi olan ZTE’ye satıldı.
Diğer alanlarda sanayi politikamız olduğunu pek söyleyemiyoruz. Teşvik politikalarında sektör ayrımı ve stratejiklik kavramına sahip değil Türkiye henüz. Diğer bilimsel ve sanayi destekleriyle teşvik politikaları arasında bir eşgüdüm yok. Bu da bir çok önemli alanda hızlı gelişmemizi engelliyor. Örneğin güneş enerjisi; fotovoltaik hücre konusunda Ar-Ge ve ticarileşme politikaları ile henüz sonuç alamıyoruz. ODTÜ’de Kalkınma Bakanlığı desteğiyle kurulmuş ve hücre üreten bir merkezimiz var. Ancak ticarileşme boyutunda ilerleyemiyoruz. Bir başka önemli alan sağlık cihazları. Burada da Sağlık Bakanlığı önemli bir yerlileşme süreci başlatmıştı. Ancak süreç ne ölçüde başarılı gidiyor bilemiyoruz. Bunlar başka bir yazının konusu.
Sonuç; sanayi politikaları sınırlandığı savunma alanından diğer sivil alanlara da kaymalı. Türkiye’nin uzun vadede kalıcı ve ihracata dayalı büyüme üretmesi ve takılıp kaldığı 10,000 dolar kişi başına gelir seviyesini atlaması buna bağlı.