Türkiye’nin 1000 yıllık fırsat ve bir endişesi
Daron Acemoğlu Radikal’de Murat Öğütcen ile 25 Ocak 2010’da Türkiye’nin sanayi devriminden yararlanmayan ülkeler grubuna girdiğini söylüyordu. Sanayi Devrimi’nin öncüsü olan İngiltere’de gelişmenin bir rastlantı olmadığını, 1688’de "Glorious Revelotion" ile kral yetkilerini parlamento ile paylaşması sonucu parlamento üyelerinin seçmenlerin isteklerini ciddiye almak zorunda kaldıklarını, ekonominin bir avuç seçkin azınlık yararına işleyen bir mekanizma olmaktan çıkarak, yaratılan zenginliğin daha geniş kitlelerle paylaşılmasına yol açtığını da analizine ekliyordu.
Bilindiği gibi sanayi devrimi 17. Yüzyıl'ın sonlarında başladı, 18. Yüzyıl'da gelişti, 20. Yüzyıl'da kendi standartlarını oluşturdu, yüzyılın sonlarında ve 21. Yüzyıl'ın başlarında da yerini bilgi toplumu aşamasına bıraktı.
İngiltere’de kralın yetkilerinin paylaşıldığı dönemde 17. Yüzyıl'ın sonlarında ve 18. Yüzyıl boyunca ülkemizi yöneten padişahlara bir göz atalım: IV.Mehmet (1648-1687), II. Süleyman (1687-1691), II.Ahmed (1691-1695), II Mustafa (1695-1703), III Ahmed (1703-1730), I Mahmud (1730-1754), III Osman (1754-1757), III Mustafa (1757-1774), I Abdülhamid (1774-1789) ve III.Selim (1789-1807)
Toplumu yöneten en üst siyasi iradenin durumunu ayrıntılarıyla irdeleyen tarih çalışmalarını okuyalım ki, sanayi devriminden neden yararlanamadığımızın yanıtlarını nesnel bir biçimde verebilelim.
İlber Ortaylı, tarımsal üretimin olmamasını nedenlerden biri olarak gösteriyor. Avrupa’da patates üretimi hızla gelişirken, ülkemizde üretim yapılmıyor. Neredeyse iki asır sonra gazeteler patates üretiminin öneminden söz ediyor. Sistemi işletmenin kendini yeniden üretmesinin üretime bağlı olduğu kavranmış değil.
İlber Ortaylı bürokratların gelişmelerden haberdar olduklarını, diplomasi ve hukuk bilgisi bakımından muhataplarından geri kalmadıklarını belirtiyor. Halil İnalcık, üst yönetimde tersi bir kavrayışı şöyle anlatıyor: "Ulema, şeriatın mutlak bütünlük ve kontrolünü sağlamaya çalışırken, bürokratlar, devlet ve toplum ihtiyaçları gibi pragmatik düşüncelere tabii idiler. Bürokratlar için özellikle 1700’lerden sonra düşman galebe ve istilasını önlemek için her çeşit önlemi almak, devleti ıslah etmek her şeyden önemli idi. O zamana kadar silahlar, savunma tesisleri ve askeri taktik geleneksel ustadan-öğrenme yolu ile pratik usullerle sağlanıyordu. 10. Yüzyıl'da ıslahatçı bürokratlar bunun yetmediğini gördüler. Habsburg ve Romanovlara karşı doğuda müttefik arayan Fransızların bu dönemde bunu Osmanlı ricaline anlatmaları, yardıma hazır olmaları, yani Batı’nın siyasi-askeri ilgisi de önemli bir rol oynadı. Böylece Avrupa’da gelişmiş müspet ilimler de ilk defa öğretim konusu oldu.”
Bilgi Toplu aşamasında durum farklı olmalı... Bürokrtların da üst yönetimlerin de gelişmelerden haberdar olmamaları söz konusu olamaz. Ülkemizin üretimi öğrendiği, nicelikte belli bir aşamaya geldiği, şimdi nitelik artırıcı reformların yapılması, yeni yapıların oluşturulması gündeminden herkes haberdar. Türkiye’nin 1000 yıllık fırsatını nasıl değerlendirileceğine ilişkin bir ortak dil oluşturması, gelişmiş aklın en uç noktası olan toplumsal uzlaşmanın sağlanması gündemimizin en önemli maddesi.
Bir endişe...
OECD’den Rauf Gönenç’in saptamasına göre Türkiye, 1980’lı yıllarda “mikro-ekonomik liberalizasyon reformunu”, ardından da 2000’lerde “makroekonomik stabilizasyon reformları” ile gelişmekte olan ülkeler arasında önemli bir üstünlük elde edmiştir. 2000’li yıllar reformunun mimarı Kemal Derviş, Hürriyet Gazetesi’nde 18 Ağustos günü yayınlanan yazısında, açılımla Türkiye’nin çeşitlilik içinde başarıyla gelişen bir toplum olmasını birinci sorun, mezhep sorunlarının aşılmasını ikinci sorun, İslam geleneğini benimseyenlerle Cumhuriyetle gelen laikler arasındaki ayrışmanın üçüncü sorun olduğunu belirtikten sonra, dördüncü ayrışma ve sorun alanını öyle tanımlıyor:
“Kamu yönetiminde yeniden gelişen partizanlık algılaması, dördüncü gerginlik kaynağını oluşturmaktadır. 2001-2002 reform programının önemli bir parçası, ekonomiyi düzenleyen ve denetleyen ‘özerk’ kuruluşların yapılandırılmasıydı. Bu reformlardan son dönemlerde geriye dönülmüş ve bu kuruluşlar, yeniden çeşitli bakanların kontrolüne tabi kılınmıştır. (Merkez Bankası bu sürecin dışında kalıp özerkliğini koruyabilmiş gözükmektedir.) Bu algılama geliştikçe, siyasi güce yakın olanlarla olmayanlar arasında gerginlik artmıştır.”
Toplumumuzda bütün sorunların “tek adam-odaklı” yönlendirilmesine hızla kayıldığı, Gezi Parkı düzenlemesinden, Boğaziçi’nden geçecek olan köprünün yer seçimi ve yol güzergahına, Akdeniz kıyılarının yönetilmesinden, madenler için alınacak izinlerin gözetim ve denetimine kadar her alanda böylesi bir eğilimin güç kazandığı algısı güçleniyor. Ayrıca, siyasiler ve bürokrasinin ülke sorunlarını farklı açıdan tartışabilme alanının da daraldığı düşüncesi giderek yaygınlaşıyor.
Gözeten ve deneten kurumların güç yitirmesi, zaten az olan kapsayıcı kurumların daha da azalmasının yeniden ciddi krizler yaratacak boşluklar için elverişli ortam ve iklimi yarattığını düşünenler ve dile getirenlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Bilgi Toplumu fırsatları kaçmamalı
Sanayi Devrimini kaçırmış olmanın bir dizi “mazereti” olabilir...Bugün bilgi toplumu aşamasının fırsatlarını kaçırmanın mazereti olmayacaktır: Birincisi, sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın her yerinde gelişmeler anında hepimizin göz ve kulak menziline girmektedir. ”Duymadım, görmedim” deme hakkı herkesin elinden alınan bir şeffaflık zamanı yaşıyoruz... İkincisi, paylaşımcı kurumların meziyeti, sömürücü kurumların zararı her yerde bütün açıklığı ile tartışılıyor, paylaşımcı kurumları geliştirmenin, yaygınlaştırmanın ve derinleştirmenin erdemleri akademik çevrelerde olduğu gibi pratik uygulamacılar arasında da biliniyor. Üçüncüsü, G.Kore gibi örnekler, orta gelir tuzağına düşmeden nasıl kalkınabileceğimizi gösteren somut örnekler olarak ders alabilen için fırsat oluşturuyor. Dördüncüsü de yakın tarihimizde uzlaşmaya değil, çatışmaya dayalı iktidar ve muhalefet dilinin bu topluma maliyetini hepimiz üç aşağı, beş yukarı biliyoruz.
Şimdi hepimize düşen görev, ilkesiz, kuralsız, felsefesiz ve gereksiz çatışma alanlarına enerjimizi harcamamaktır. En büyük tehlikenin, kendi yaptıklarının kusursuz olduğuna inanan insanlardan geldiğini her an kendimize hatırlatmalıyız. Aykırı düşüncelerin yarattığı zenginliğin farkına varmadan, aykırı düşüncelerle kendi düşüncelerini zenginleştirmeden, etkili sonuçlar yaratmanın mümkün olmadığını kavramalıyız. Türkiye’nin yakaladığı 1000 yıllık fırsatı kaçırmanın o büyük vebalini omuzlarımıza yüklenmekten kaçınmalıyız...