Türkiye’de de seçimin sonucunu milliyetçi oylar belirledi
Bu yıl, Dünya Kupası maçlarında bir mikro milliyetçilik dalgası vardı. Benim en çok aklımda kalan, İsviçre milli takımında oynayan Granit Xhaka ve Xherdan Shakiri’nin Sırp milliyetçilerini sinir etmesi oldu. Oyuncuların ikisi de Arnavut asıllı Kosovalı. Gol attıktan sonra, yandaki resimdeki gibi, çift başlı Arnavut kartalı işareti yapmaları, ayakkabılarının birinde Kosova diğerinde de İsviçre bayrağının olması Sırpları kızdırdı. Arnavut kartalı, Türklerin bozkurtu gibi bir simge. Bu yıl Dünya Kupası’nda doğrusu bu ya, bir milliyetçilik dalgası yükseldi. Ya da şöyle diyeyim: Dünyada yükselen milliyetçi dalga, Dünya Kupası maçlarında da göründü.
Amerikan Başkanı Trump, “Yeniden büyük Amerika” sloganıyla iş başına gelmişti. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, milliyetçi bir dalga ile yerini daha yenilerde üçüncü kez sağlamlaştırdı. Türkiye de küresel trende uydu. Geçen haftaki seçimin sonucunu milliyetçi oylar belirledi, bana sorarsanız. Ve bu eğilime bakarsanız milliyetçi oylar, önümüzdeki dönemde, parlamentodaki koalisyonları ve çözümün rengini de belirleyecek gibi duruyor. İyi ya da kötü diye demiyorum, böyle oldu diyorum yalnızca. İşimiz kolay değil, şimdiden söyleyeyim. Peki, seçmen, tam olarak ne dedi?
Seçmen, “Düğümü kim attıysa, şimdi çözümü o bulsun.” dedi
Çifte seçim sona erdi. Hem cumhurbaşkanını seçtik, hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) yeniledik. Şimdi Nisan 2017 Referandumu ile onayladığımız cumhurbaşkanlığı sistemini uygulamaya aktarmak, işler hale getirmek ve ortadaki düğümü çözmek gerekiyor. Günün sorusu açık: “Şimdi seçmen ne dedi?” Sayın Cumhurbaşkanımız, seçimlerden hemen sonra “Seçmenin verdiği mesajı aldık.” dedi ama doğrusu ne anladığını tam olarak söylemedi. Ben, 24 Haziran’daki çifte seçim sonuçlarından ne anladığımı açıklıkla söyleyeyim. Bence seçmen “Düğümü kim attıysa, çözümü o bulsun.” dedi. “Düğümü kim attıysa, çözümü o bulsun.” eski bir Çin atasözü. Esası bir nevi Ezop kıssası gibi: “Kaplanın boynuna altın çanı kim düğümlediyse, şimdi bu düğümü o çözmeli (Let he who tied the bell on the tiger take it off )”. Hikâye, herkesin aradığı bir altın çanın bir kaplanın boynuna düğümlenmiş olması ile alakalı. Şimdi kaplandan korktukları için kimse geri alamıyor. Üstelik düğüm de kördüğüm. Çözüm daha da karmaşık. Bir nevi, “bizi buraya kim soktuysa, o bizi buradan çıkarsın” demek. Ben en son Şi Cinping’in ağzından duymuştum. O zamandan beri de unutmadım. Bunun bir Anadolu versiyonu da var. İleride yeri gelince anlatırım. İlk olarak bu noktanın altını çizeyim ki kimse rehavete kapılmasın ve içinde bulunduğumuz durumun gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilelim.
Seçmen düğümün nasıl çözülmesi gerektiği konusuna da değindi
Ben Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçlarının, bu çerçevede ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum doğrusu. Seçmen, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile düğümü kimin ve neden çözmesi gerektiğine işaret etmekle kalmadı, parlamento seçim sonuçları ile de düğümün hangi şartlar altında çözülmesi gerektiğine işaret etti. Ne dedi? İşbirliği istedi. Türkiye, blok siyaset dönemine girdi artık. Çıkar mı? Hayır. Gelin aklımdakini anlatayım.
Nedir bu blok siyaseti dönemi?
Seçim sonuçlarına baktığımda üç ana eğilim görüyorum doğrusu. Birincisi, 24 Haziran seçimleri ile Türkiye, bir nevi blok siyaseti dönemine girdi. Nasıl “Doğan görünümlü Şahine” alıştıysak, “ittifak görünümlü koalisyonlara” da alışacağız. Adına ne derseniz deyin. Nasıl oldu? Cumhurbaşkanlığı sistemi ile ilgili olarak yapılan siyasi tercihler koalisyonları geri getirdi.
24 Haziran Parlamento seçimleri, oyların, esas olarak, büyük partilerden küçük partilere doğru dağıldığı bir seçim oldu. AkParti ve CHP ne kaybettiyse, İyiParti, HDP, Saadet Partisi ve hatta MHP kazandı. İlk defa bu seçimde oy verecek yeni seçmenler de hesaba katıldığında, büyük partiler 2015 Kasım’ına kıyasla, 5 milyon civarında oy kaybetti, küçükler 5 milyon civarında oy kazandı. Oylar bölündü. Siyaset blokları çıktı. Nokta.
Bu seçim sistemi, İsrail modeli
12 Eylül anayasası “yönetimde istikrar” hedefini, “temsilde adalet” hedefinin önüne koymuştu. Yeni sistemle Cumhurbaşkanlığı seçiminde “yönetimde istikrar” zaten güvence altına alınarak, Cumhurbaşkanı’nın hükümeti Meclis’e sormadan nasıl kuracağı zaten belirlenmişti. Buna paralel olarak, parlamento seçimlerinde “temsilde adaleti” öne çıkaran bir düzenleme yapıldı.
Benzer bir düzenleme 1990’lı yılların sonunda, İsrail’de de yapılmış ve seçmenin önüne iki sandık konulmuştu. Seçmen bir sandıkta hükümeti kurma görevini üstlenecek başbakanı doğrudan seçerken, ötekindeyse parlamentoyu şekillendiriyordu. Sonuçta nasıl olsa hükümeti filanca kurar diye oylar o kadar çok bölündü ki İsrail bir kaç yılda eski sisteme geri döndü. Seçim ittifakları vasıtasıyla, ittifak içerisinde olan partiler için yüzde 10 seçim barajını sıfırlayan Türkiye’deki düzenleme de “temsilde adalet” ilkesini güçlendirdi. Ancak doğrusu ya, hiçbir parti parlamentoda çoğunluk sağlayamadı. Ne ektiysek, onu biçtik, bir nevi. Ak Parti hızla oy kaybettiği için yüzde 50 artı 1 oy ile yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi tehlikeye düşüyor olmasaydı bu sistem değişikliğini hiçbir büyük parti istemezdi herhalde. İlk düğmeyi yanlış iliklerseniz, hepsini yanlış iliklersiniz. Biz öyle yaptık.
24 Haziran ile Türk siyaseti dünyevileşti
Türkiye siyaseti artık daha fazla dünyevileşti. Buna sekülerleşti diye de bakmak mümkün sanırım. Sonuç olarak, siyasal İslam gündemi geriledi, milliyetçilik ön plana çıktı. Bunda herhalde, Fetullahçı darbe teşebbüsü ve sonrasında gördüklerimizin yoğun bir etkisi var. Bu seçimin kazananları, bu çerçevede bakarsanız, milliyetçi karakteri ön planda olan 3 parti oldu: MHP, İyi Parti ve HDP. Mesela küçük partilerden Saadet Partisi, benzer büyük bir patlama yaşayamadı. Ben bu durumun başta işaret ettiğim nitelik farkından olduğu kanaatindeyim doğrusu.
Yoksa konu bazlı geçici koalisyonlar dönemine mi giriyoruz?
Şimdi böyle bakarsanız, TBMM’de konu bazlı farklı koalisyonların kurulabilmesi mümkün görünüyor, teorik olarak. Ama konu bazlı koalisyonlar için AKP’nin mutlaka milliyetçi küçük partilerden biri ile anlaşması gerekiyor. Büyük koalisyon olmayacaksa, büyük parti, kendisine milliyetçi bir partner bulmadan yasama sürecini işletemeyecek. Ancak her milliyetçi partner ile aynı rahatlıkla birbiri arkasına iş yapabilmek, bu Meclis yapısında mümkün olamayacağına göre konu bazlı geçici koalisyonlar hiç de kolay görünmüyor.
Cumhurbaşkanı, ancak milliyetçi oylara dayalı olarak seçilebildiğine göre, herhalde kendisini yürütmenin başına getiren partneri ile birlikte çalışmayı tercih edecektir diye düşünülüyor şimdilerde. Geçici koalisyonlar mümkün olamayacağına göre, başlangıçta tek bir partner seçip yola onunla devam etmek en akıl kârı çözüm olarak görünüyor. Peki, TBMM önemli mi? İlle de koalisyon arayışı olur mu? Evet ve evet! Cumhurbaşkanlığı sisteminde Cumhurbaşkanı, nasıl parlamentoya sormadan hükümeti kurup yürütmeyi işletebiliyorsa, parlamento da yürütmeye ve Cumhurbaşkanı’na ihtiyaç duymadan kendi başına yasama faaliyetlerini yürütebiliyor. Böyle bakıldığında, Türkiye’nin, biçimsel olarak, 1980 öncesine dönmüş olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.
Türk demokrasisi, bu yeni sistem ile sanki Hint demokrasisine doğru evriliyor
Üçüncüsü, Türkiye bu yeni sistem ile birlikte artık bir nevi Hindistan gibi oldu doğrusu. 1989 yılından beri Hindistan’da hiç tek parti iktidarı kurulamadı. Neredeyse 30 yıldır, oylar sürekli bölündü. Her eyalette her tür mikro milliyetçilik, ayrı partiler halinde örgütlenerek siyasi pazarlık sürecine dâhil oldu. Demokrasi güçlendi. Şimdi Türkiye’de de öyle olacak gibi geliyor bana. Neden? Gayet basit bir nedenle aslında. Temsilde adaletin güçlü olduğu bu parlamentodan, temsilde adaleti sınırlandırarak yönetimde istikrarı güçlendirecek bir sonucun çıkmasını sağlayacak bir koalisyon oluşturma olasılığı düşük olduğu için elbette. İmkânsız mı? Hayır. İki büyük parti, AKP ve CHP, aralarında anlaşarak bu tür bir değişikliği her zaman yapabilirler. Ama cin şişeden çıktı, Türk demokrasisinde yeni dönem artık başladı bir kere.
Peki, bu düğüm kolayca çözülür mü?
Türk demokrasisinde ittifak görünümlü koalisyonlar dönemine girmiş bulunuyoruz. Millet, “Ortadaki düğümü, bu düğümü atan çözsün.” dedi. Ama bana kalırsa bir şey daha dedi. “Bu düğümü atan, bu düğümü parlamentonun sıkı gözetimi ve denetimi altında çözsün.” diye de bir şart koştu. Böyle yaparak sorunun parçası olanlar, çözümün parçası olamayabilirler; o nedenle sıkı gözetim ve dengeleme iyidir de demiş oldu sanki. İşbirliği gereği ön plana çıktı.
Çifte seçim, başarı için üç konuda iddialı olma şartını getirdi. Bir yandan içinde bulunduğumuz ekonomik düğümle başa çıkacak, sert tedbirler içeren, kemer sıkmayı hedefleyen geçerli bir istikrar programı tasarlanacak. İkinci olarak, bu istikrar programını başarıyla uygulamaya aktaracak yeni ve etkin bir idari yapı tesis edilecek. Mevcut bakanlıklarımız yeni Cumhurbaşkanımız yemin ettiğinde yok olacak. Müsteşarlar olmayacak. Bakanlar müsteşar olacak, bakanlıklar birleştirilecek. Üçüncüsü, TBMM, yürütülecek geçerli iktisadi istikrar programını destekleyecek yapısal reform gündeminin hayata geçirilmesi için gereken yasal düzenlemeleri yapacak. Bunun için güçlü ve sürdürülebilir bir ittifak olacak. Üstelik bütün bunlar negatif küresel iktisadi şartlar altında ahenkli bir biçimde yapılacak. Ayrıca Mart 2019’da da mahalli idare seçimleri var ve seçimleri öne almak için anayasa değişikliği şart.
Şimdi ben bunlara bakıyorum ve doğrusu ya, milletimizin 24 Haziran’da zor bir vazife tevdi ettiğini düşünüyorum. Rehavete kapılmayalım. Çok işimiz var çok.