Türkiye; nereye?
'Kriz' sözcüğünü bugünlerde yine çok duymaya başladık. 'Kriz' denildiğinde ne kastedildiği üzerinde durmak gerekiyor; bol miktarda kavram kargaşası var. Kriz başlığı altında tartıştıklarımız çoğunlukla bankacılık krizi, ödemeler dengesi krizi ve para krizi ile ilgili.
Bu çerçevede, krizden benim anladığım 'mevcut kırılganlıkların tetikleyici bazı şoklar nedeniyle işsizlikte belirgin bir artışa ve ekonomik küçülmeye yol açması'. İşsizlikteki artış ve ekonomik küçülme büyük bir doğal afet sonucunda da olabilir; bu tür bir kriz tartışılan türden bir kriz değil. Ekonomide belirgin bir kırılganlık ve herhangi bir dışsal şok mevcut değilken, yanlış ekonomi politikaları sonucunda da işsizlik artıp, büyüme hızı eksiye dönüşebilir. Az önce verdiğim tanım çerçevesinde bu kriz de tartıştığımız türden bir kriz değil.
Kırılganlık unsurları ve kriz
Kırılganlık olması gerek dedim. Mesela bankacılık sektörünüz problemli olabilir. Geri dönmeyen krediler fazladır ya da döviz cinsinden borçlar döviz cinsinden alacaklara kıyasla çok yüksektir. Belki de borçlarınız çok kısa vadelidir. Ya da sermayenize kıyasla çok yüksek miktarda kredi açmış olabilirsiniz. Durum böyleyken ekonominize yönelik risk algılaması birden artarsa, ya da küresel risk algılamasındaki artış nedeniyle, ülkenizin mali varlıklarından bir an önce kurtulmak isteyebilir mali yatırımcılar. Ellerindeki yerli para cinsinden mali varlıkları hızla satıp dövize dönmeye çalışırlar. Yurtiçi mali varlıkların değeri düşer, faizler yükselir ve döviz kuru sıçrar. Bu gelişmeler bankacılık sektörünü zor duruma düşürür. Kredi arzı bıçak gibi kesilir. Şirketler büyük problemler yaşamaya başlarlar. Bankalara olan yükümlülüklerini yerine getirmekte giderek zorlanırlar. Bu, bankaları daha da kötü etkiler. Uzatmaya gerek yok; iflaslar, işçi çıkarmalar, üretim düşüşü peşi sıra gelir.
2001 krizi bu türden gelişmelerden bol miktarda içinde barındırıyordu. Sadece bankacılık sektörü zayıf değildi o zaman. Bütçe açığı da yüksek düzeydeydi. Benzer bir bütçe kırılganlığı 1994 krizi öncesinde de vardı. Bankacılık sektörü yukarıda belirttiğim kadar sorunlu olmasa da, maliye politikasındaki gevşekliğin süreklilik kazanması halinde, ülke yine bizim anladığımız bir krizle karşılaşabilir. Tetikleyici bir nedenle, "bu ülkenin maliye politikası sürdürülebilir değil; borçlarını ödemekte zorlanacaklar" algılaması yayılırsa yine yukarıda belirttiğim gelişmeler yaşanır.
Bankacılık sektöründe belirgin bir problem olmasa, kamu borcu makul bir düzeyde olsa ve bütçe açığı bulunmasa da benzer gelişmelere gebe olabilir bir ülke. Cari işlemler açığı yüksek düzeyde ise, bu yükseklik birkaç yıldır devam ediyorsa ve cari açık kısa vadeli sermaye girişleri ile finanse ediliyorsa, bir de bu ülke sabit döviz kuru rejimi uyguluyorsa, her türlü spekülatif atağa açık hale gelir. Yine tetikleyici bir nedenle, ülkenin mali varlıklarından çıkılıp hızla dövize dönmeye çalışılır. Yukarıda belirtilen süreç başlar böylelikle.
Dikkat edilirse hep 'tetikleyici' bir unsurdan söz ettim. Genellikle bu durumdaki ülkelerde 'işler her zamanki gibi sürecek' yanılsaması hakim olur. Oysa içerideki bazı gelişmeler, bunları izleyen garip demeçler, içeride bir şey olmasa da küresel koşullardaki olumsuz değişiklikler, risk algılamasını birden artırıp, küçülme ve işsizlik artışı ile sonuçlanan süreci tetikleyebilir. Hatırlayalım; 2001 krizi öncesi bankacılık sektörü oldukça zayıf ve bütçe açığı yüksekken, bu sorunları çözmeye çalışan bir programın yürürlükte olmasına karşın kriz çıktı. İki tetikleyici unsur oldu: Bankacılara yönelik operasyonlar ve anayasa kitapçığının fırlatılması. Tetikleyici faktörleri bazen tam olarak teşhis etmek mümkün olmayabilir de.
Türkiye'deki mevcut durum
Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullara döneyim. Yukarıda verdiğim ilk iki kırılganlıktan söz edemeyiz. Bankacılık sektörü problemli değil. Bütçe açığı da düşük (hatta ilk altı ay fazla verildi) kamu borcu da. Üçüncü kırılganlık ise kısmen var. Cari işlemler açığımız yüksek düzeyde ve kısa vadeli sermaye girişleri ile finanse ediliyor, ancak sabit döviz kuru rejimi uygulamıyoruz; kurumuz dalgalanıyor.
Elbette dalgalı kur rejiminde de bu koşullar altında kriz çıkabilir. Küresel kriz öncesini hatırlayın. Türkiye'de bankacılık sektörü sağlamdı, bütçe ile kamu borcuna ilişkin göstergeler de bugünkü gibi olumluydular. Ancak 2008'in sonbaharında Lehman Brothers'ın batışı sonrasında küresel risk algılamasının 'uzaya sıçraması' ile çok kötü etkilendik:
Küresel kriz Türkiye'yi dört kanaldan vurdu: Birincisi, bankaların ve şirketlerin yurtdışından önceden bol kepçe aldıkları borçları yenileme olanakları kalmadı ve vadesi gelen borçlarını ödemek için bilançolarını küçültmeye başladılar. İkincisi, bankalarımız yurtiçi kredi arzını azalttılar. Üçüncüsü, dünya ticareti daraldı; ihracatı daha çok krizin merkezindeki ülkelere yönelik olan Türkiye bu daralmadan çok olumsuz etkilendi. Dördüncüsü, bu ortamda hem yatırımcı hem tüketici güveni dibe vurdu; harcamalar azaldı. Bu gelişmeler sonucunda 2009'da yüzde 4.8 oranında küçüldük. Kriz öncesinde yüzde 10 düzeyinde olan işsizlik oranı, 2009'da ortalama yüzde 14 oldu. Kısacası küresel krizden derinden etkilendik.
Şimdi küresel kriz öncesine kıyasla daha kırılganız. Cari işlemler açığımız daha fazla ve neredeyse tamamına yakın bir kısmı kısa vadeli dış borçlanma ile finanse ediliyor. Ancak dış koşullar o zamanki gibi kötü değil. Mevcut iki önemli dış tedirginlik unsuru AB ve ABD. AB aylar sonra nihayet dişe dokunur bazı kararlar aldı. ABD'de demokratlar ile cumhuriyetçiler arasındaki borçlanma sınırına ve bütçe harcama kalemlerinin hangilerinin azaltılacağına ilişkin kavganın bitip tüm dünyanın nefes alacağı umuluyor. Bu çerçevede, dış koşullar birden kötüleşmedikçe Türkiye'de kriz çıkması olasılığı oldukça düşük. Olan şu:
En yetkili ağızlar sıkça cari işlemler açığı sorununa işaret ettiler ama gerekli ekonomi politikası tepkisini vermediler. Uzunca bir süre sahnede sadece Merkez Bankası (MB) vardı. Ne var ki yeni para politikasının (kredi arzındaki hızlı artışı frenleme kısmı) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) devreye girmeden işe yaramayacağı başından belliydi (en azından bu köşede 2010'un son aylarından itibaren çok sayıda yazı yer aldı). Buna karşın, BDDK oldukça gecikmeli biçimde devreye girdi. Bu gecikmeye rağmen MB aynı para politikasını sürdürmeye inatla devam etti. Ek olarak dış finansal çevrelerde MB'nin yeni para politikası bir türlü anlaşılmadı. Dile getirilen sorunları çözmek için maliye politikasında gereken değişiklikler ise hiç gündeme gelmedi. Mesela vergi affından elde edilecek ek kaynakların nasıl kullanılacağı açıklanmadı. Ek olarak, kredi notu veren kurumların bazıları ve bazı yabancı yatırım kuruluşları olumsuz raporlar yayınladılar. IMF de Türkiye'nin 2012'de çok düşük bir hızla büyüyeceğini tahmin etti.
Bu gelişmeler küresel risk algılamasında bir artış yokken, Türkiye'ye ilişkin risk algılamasını birden yükseltti. Yüklü miktarda ithalat bağlantıları ve döviz cinsinden borçlu olanlardan başlayarak ekonomik birimlerin dövize olan talebini artırdı. Ek olarak net kısa vadeli sermaye girişlerinde azalma (sermaye çıkışı) yaşanıyor olabilir. Döviz kuru bu nedenle artıyor. Bu ortamda şirketlerin ve bankaların bir miktar frene basmaları beklenir. Yatırım ve dayanıklı tüketim mallarına yönelik harcamalar olumsuz etkilenecektir.
Normal koşullarda bu süreç sonucunda daha yüksek bir kur, daha düşük bir büyüme hızı ve daha küçük bir cari işlemler açığı oluşması söz konusu olacaktır. Döviz kurundaki artış ivmelenirse MB'nin tepki vermesi beklenir. Kısacası ekonomik küçülme ile sonuçlanmaz bu süreç. Yaygın deyimi ile bir düzeltme yaşanır. Belki de düzeltme bir miktar 'aşırı' olur; potansiyel büyüme hızının bir ölçüde altında büyümeye başlar ekonomi.
Durumun normalin dışına çıkması olasılığı ise, küresel koşullar karışmadıkça çok düşük. Bizim 'saçmalamamız' gerekiyor; herhalde onu da yapmayız.