Türkiye, neden kaynakları verimli kullanamıyor?
Geçenlerde başladığım bir konuyu bugün devam ettireyim, müsaadenizle. “Sizce 21. yüzyılda Türkiye ekonomisinde büyümeyi engelleyen, istihdam artışını imkânsız kılan bağlayıcı kısıt nedir?” diye sormuştum. Hatta “Bu soruyu doğru cevaplamadan, bu gidişi durdurabilmek mümkün değildir.” bile demiştim. Bugün bu meseleyi didiklemeye devam edeyim, müsaadenizle. Ben, memleketin yapısal reform gündeminin bu tür bir irdelemeden türetilebileceğini düşünüyorum doğrusu. Gelin hep birlikte başlayalım.
Türkiye’nin kaynak problemi değil, kaynaklarını iyi değerlendirememe problemi vardır
Türkiye’nin cari işlemler dengesi açığının milli gelir içindeki payı 1975-1998 dönemi ile 2003-2018 dönemini karşılaştırdığımızda yaklaşık üç kat artıyor. Ne oluyor? Tasarrufl arın milli gelir içindeki payı çok fazla değişmeden kalırken, Türkiye, 1975- 1998 dönemine kıyasla 2003-2017 döneminde üç kat daha fazla yatırımı finanse edebiliyor. Bakın memlekete yabancı kaynak girişi hızla artıyor. Gel gör ki, iki dönem arasında büyüme oranında belirgin bir artış olmuyor. Neden?
İsterseniz cari işlemler dengesi açığına bakarak değil, ödemeler dengesinin toplam finansman kaleminin yıllık ortalamasına bakarak da iki dönemi kıyaslayabiliriz. Ne oluyor. 1975-1998 döneminde Türkiye’ye gelen yıllık ortalama toplam finansmanın milli gelire oranı, 2003-2018 döneminde beş kattan fazla artıyor Ne oluyor? İki dönem arasında memlekete akan toplam yabancı kaynak tutarı beş kattan fazla artıyor. Memleketin yıllık ortalama büyüme oranında belirgin bir artış olmuyor. Neden?
Türk bankalarının yabancılardan aldığı yabancı para cinsinden kredilerin milli gelir içindeki payı yüzde 5’lerden yüzde 25’lere doğru yükseliyor. Ne oluyor? Beş kat artıyor. Ama gelin görün ki, hem toplam yatırımların artışı, hem de yatırımların büyümeye katkısı giderek azalıyor.
2002-2007 arasında yatırımlardaki yıllık artış oranı yüzde 18 civarında iken, bu oran 2016-2018 döneminde yüzde 3’e geriliyor. Yatırımların büyümeye katkısı ilk dönemde yıllık ortalama yüzde 4 civarında iken, bu katkı son dönemde yüzde 1’in de altına iniyor.
Ne oluyor? Memlekete kaynak girişi devam ediyor ama topladığımız kaynakları verimli bir biçimde kullanmıyoruz. Bir şey, bankalarımızın, topladıkları kaynağı verimli bir biçimde değerlendirmesini engelliyor. Türkiye’nin kaynak problemi yoktur, topladığı kaynakları verimli bir biçimde kullanamama problemi vardır dediğim bu işte. Ortada bir nevi, bereketsiz bir kaynak dağılım sistemi var.
Bereketsiz kaynak dağıtımı hem imalat sanayi büyümesini sınırlandırıyor, hem de imalat sanayiinin kaliteli büyümesini engelliyor
Aslında bu örüntü, farklı alanlardaki bir dizi gözlemi de daha iyi anlamlandırmamıza imkân sağlıyor. İlk olarak, Türkiye’de sanayi üretiminin dönemler itibariyle büyüme hızına bir bakın. 2002-2007 arasında Türkiye’de imalat sanayi üretimi yıllık ortalama yüzde 9 büyürken, 2016-2018 döneminde bu oran yıllık ortalama yüzde 4,9’a geriliyor. Ne oluyor? Üçte birine düşüyor.
Türkiye’den geçen küresel değer zincirlerinin bu kadar zayıf olmasının nedeni ile Türkiye’nin toplam imalat sanayi ihracatında yüksek teknolojili malların oranının bu kadar düşük olmasının nedeni sanki hep aynı gibi duruyor. Neyi biliyoruz? Ülkenin yabancı sermaye stoku arttıkça, üretip sattığı mallar içinde yüksek teknolojili olanların oranı artıyor. Rakamlar öyle söylüyor. Yüksek teknolojili mal ihracatının toplam ihracat içindeki payı arttıkça, ilgili ülkeden daha çok küresel değer zinciri geçiyor. Rakamlar bunu da gösteriyor.
Türkiye ekonomisindeki iş yapma biçimi, kaynakların verimli bir biçimde değerlendirilmesini engelliyor. Hem Türkler için engelliyor hem de yabancılar için engelliyor. Ülkeden daha güçlü küresel değer zincirleri geçmesini her ne engelliyorsa, Türklerin daha verimli yatırımlar yapmasını da sanki aynı şey engelliyor. Bu nedenle bağlayıcı kısıt hadisesine odaklanmak için, Türkiye’ye küresel değer zinciri kurmak için gelen yabancı sermaye miktarını kısıtlayan faktörlere bakma eğilimindeyim.
Nedir bu bağlayıcı kısıt?
Türkiye’nin katma değeri yüksek yatırımların önünü açmak üzere, öncelikle hizmetler sektörünü süratle rekabete açması gerekmektedir. İmalat sanayi katma değeri için hizmetler sektörünün payı sürekli artmaktadır. Türkiye, 1996’da Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği çerçevesinde İmalat sanayiini dış rekabete açmış ve bundan kazançlı çıkmıştır. Şimdi sıra, hizmetler sektörünü de rekabete açmaktadır.
İkincisi, Türkiye nüfusunun artık yüzde 80’den fazlası şehirlerde yaşamaktadır. Ülkenin tarım politikasının temel önceliklerinin, şehirlerde yaşamı ucuzlatmak ve kolaylaştırmak olarak gözden geçirilmesi önem taşımaktadır. Şehirlerde yaşamı ucuzlatmanın yolu, kooperatifçilik ve devlet eliyle üretimden değil, tarımı dış rekabete açmaktan geçer.
Üçüncüsü, daha uzun vadeli yüksek teknolojili yatırımları ülkeye çekmenin yolu iktisat politikalarında istikrar ve kararlılık ile her an her şeyin olabileceği bir yönetim olmaktan çıkmayı gerektirir. Bunun her zaman için bildiğimiz tek yolu ise idarenin her tür kararının yargı denetimine açık olması ve yargının bağımsızlığı ile tarafsızlığıdır. Bunun yasa da yazması yetmez. Uygulamaya da aktarılması gerekir.
Bu üç temel yapısal adımın etrafına, günün operasyonel sorunlarını çözecek tedbirler eklenebilir. Ancak yapısal reformdan ne anlamamız gerektiği sanırım açıktır: Türkiye’nin 1980’li yıllarda başlattığı, 1996’da derinleştirdiği iktisadi serbestleşme sürecini derinleştirerek tamamlaması gerekmektedir. Sorunlarımızın kaynağında dışa açılma değil, dışa açılmanın yarım bırakılmış olması yatmaktadır.