Türkiye nasıl bu kadar çok borçlanabildi?

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Artık içinde bulunduğumuz durumu nasıl adlandırabileceğimizi çok iyi biliyoruz. Türkiye’yi yönetenler, dünyanın parasal genişlemeden (Quantitative Easing-QE) parasal sıkılaştırmaya (Quantitative Tightening-QT) geçtiğini fark etmekte geciktiler. Güneşli günler hep devam eder zannettiler. O esnada, Türk şirketleri çok fazla borç biriktirdi.. Böylece “harç bitti, yapı paydos” aşamasına geçtik. Nitekim şimdi güneşli günlerde “aman ne güzel, ne güzel” diye büyüttüğümüz şirket bilançolarını hızla küçülteceğiz. Yükselen her şey düşer, el parasıyla hızla büyüyen bilanço da bir gün mutlaka küçülür.

Türkiye’nin hayalleri Mercedes ama maalesef gerçekler halen motosiklet

Şimdi Türkiye ekonomisi ile ilgili olarak, “hayaller Mercedes, gerçekler bisiklet” aşamasının tam başındayız. Böyle bir aşamaya geçerken, herkes devralınan enkazdan bahsedip, sağı solu suçlamayı sever. Ben de buradan başlayayım. Peki, Türk şirketleri nasıl oldu da bu kadar çok borçlanabildiler? Hadi yöneticilerimiz dirayetsiz çıktı, basiretsiz tüccar gibi davrandılar. Peki bu kadar borcu buraya yığanın, bankaların hiç mi suçu yok şimdi kardeşim? İyi hatırlıyorum, 1997 Doğu Asya döviz krizi sonrasında da benzer bir soru gündeme gelmişti. Hani “Şimdi hırsızın hiç mi suçu yok?” mealinde bir soruydu.

Borç verenler neden bize bu kadar çok borç verdiler?

Türkiye’nin kısa vadeli dış borç stoku 2002 yılında 63 milyar dolar civarındaydı. 2017 yılı itibariyle bu tutar 453 milyar dolara çıktı. Nasıl oldu da Türkiye, kısa vadeli borçların büyüme hızında dünya rekortmenleri arasında girdi? Doğrusu ya, ben üç neden görüyorum. Ama biri diğerlerinden daha önemli.

Türkiye, 2002 yılında başarılı bir bankacılık reformunu tamamladı

Birincisi, Türkiye, bankacılık sistemini 2002 yılında başarılı bir biçimde yeniden yapılandırdı. IMF programı çerçevesinde, bankacılık sisteminin sermaye altyapısı güçlendirilmekle kalmadı, özellikle kamu bankalarının davranış biçimi kapsamlı bir biçimde değiştirildi. Kamu bankalarının bilançolarındaki “görev zararları” temizlendi. Bankalarla Hazine arasındaki kurumsal ilişki yeniden düzenlendi. Bankalarımız, o tarihten sonra yalnızca bankacılık yapmaya başladılar. Ben, Türkiye’nin şirketler kesiminde bu kadar hızlı kısa vadeli borç biriktirebilmesinin ilk nedeninin, bu husus olduğunu düşünüyorum. Borç verenler, borç vermekte bir sıkıntı görmediler. Çünkü Kemal Derviş reformları sayesinde, Türk bankacılık sisteminin dışarıdaki kredibilitesi emsalsiz bir biçimde arttı. Türkiye, bir nevi, reform başarısının da kurbanı oldu. Bu birinci nokta.

Avrupa Birliği ile yakın ilişkiler, Türkiye’nin borçlanma limitini gevşetti

Geleyim ikincisine. 2004 yılı, Türkiye için önemli bir yıldı. Avrupa Birliği süreci hakikaten canlanmıştı. Türkiye, Avrupa Birliği üyelik sürecinde aday ülke statüsünü 2004 yılında elde etti. Başta zamanın başbakanı Erdoğan, bütün devlet erkânı o gece açıklamayı duymak için Brüksel’deydi. Bilmem hatırlar mısınız? Ondan sonra, üyelik için aday olmuş diğer ülkelere olanlar, bize de oldu. Türkiye’nin yurtiçi tasarruf oranı geriledi. Eski seri doğrusu bunu pek güzel gösterirdi. Ama yeni seride bir gariplik olduğu, bu ilişkinin artık açıklıkla görünmemesiyle de alakalı bana sorarsanız. İsterseniz, yurtiçi tasarruf oranı serisini bırakıp cari işlemler açıklarına da bakabiliriz doğrusu. 1975-1998 arasında Türkiye’nin cari işlemler açığının milli gelirine oranı yüzde 1,7 kadardı. Bu oran 2003-2016 arasında yüzde 4,8’e doğru yükseldi. Ne oldu? Cari işlemler açığının milli gelir içindeki payı 3 katından fazla arttı. Tamam, aynı dönemde, mesela petrol varili fiyatları da 20 dolardan 70 dolara çıktı. Ne bileyim masraflar arttı filan.

Ama burada önemli olan husus şu: Türkiye’nin cari işlemler açığı, Avrupa Birliği ile yakın ilişki içinde artmakla kalmadı, aynız zamanda artan açığı finanse etmek sorun olmaktan çıktı. Daha önceleri Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da olan, sonraları Arnavutluk, Kuzey Makedonya, Hırvatistan ve Sırbistan’da olan Türkiye’de de oldu. Avrupa Birliği adaylık sürecinde, yurt dışından borçlanma olanakları artınca yurt içi tasarruflar hep düştü. Borçlanma imkanının genişlemesi, yurt içi tasarrufları hep negatif etkiledi. Bütün bu ülkelerde cari işlem açıkları yükseldi. Türkiye’de de öyle oldu. Başka ülke deneyimleri olacağını zaten söylüyordu. Bizde de öyle oldu. Sürpriz yok yani. Ama şimdi sürprizmiş gibi yapıyoruz.

QE dönemi batıda getirileri negatife çekince ortaya çıkan getiri kıtlığı, bankaları bizim buralara getiri avına yolladı

İkinci etki, sanırım, küresel finansal kriz ile birlikte daha da belirginleşti ve bir üçüncü etkiye dönüştü herkesin bizim buralara borç vermesinde. Sistemin merkezindeki kriz bütün yerel getirileri negatife doğru itmeye başladı. Ortaya aynı 1990’ların başında gelişmiş ülke bankalarını, Doğu Asya’ya yollayan getiri kıtlığına (yield famine) benzer bir ortam çıktı. Bankalar yüksek getiri arayışında, Türkiye gibi ülkelere gelmeye başladılar. Borç biriktirme sürecimiz böyle hız kazandı. 2009 yılında 188 milyar dolar olan kısa vadeli toplam yabancı para borcumuz, harala gürele, seçim-referandum sarmalında, bir baktık ki 453 milyar dolar oldu. QE dönemi, bankaları Türkiye’ye yönlendirdi. Türkler, QE’den QT’ye geçtiğimize geç uyanınca, Türk lirası acayip açıkta yakalandı. Garip olan, batıda faizin negatif olmasıydı. Şimdi faiz yerine oturdukça, her yerde şişen fiyatlar düzelmeye başladı bir nevi.

Ben birinciliği Avrupa Birliği’ne veriyorum

Peki, bunların hangisi daha önemliydi diye sorarsanız, doğrusu ya, ben birinciliği Avrupa Birliği sürecine verme eğilimindeyim. Sürecin kendisi, hem bizden hem de onlardan kaynaklanan bir dizi ufuksuzluk nedeniyle sekteye uğramış bile olsa, Türkiye’nin borçlanma imkanları bu arada genişledi. İsteyen Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımlar içinde Avrupa Birliği ülkelerinin tartışılmaz ağırlığına bakabilir bu arada. Avrupa olmasa, Türkiye bu kadar çok doğrudan yabancı yatırım alamazdı. Nokta.

Avrupa Birliği ile dış ticaretimiz dengededir

Bu dediklerimden ne anlaşılmaması gerektiğini de yazayım ki sonradan sinirlenmeyeyim. Avrupa Birliği sürecinde, “Türkiye’nin cari işlemler açığı verme kapasitesi genişledi.” dememden zinhar Türkiye’nin Avrupa Birliği ile dış ticaretinden kaynaklanan açığı büyüyor demiyorum. Hatta onu demediğimi buraya bir tablo ile de ekleyeyim. Türkiye, Avrupa Birliği’nin 6. en büyük ihracat partneridir ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerine toplam ihracatı yaklaşık 80 milyar dolar civarındadır. Türkiye, Avrupa Birliği’nin 4. büyük ithalat partneridir. Ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinden toplam ithalatı yine 80 milyar dolar civarındadır. Avrupa Birliği ile Türkiye’nin dış ticareti son derece dengelidir.

Söylemeye çalıştığım: Türkiye’nin, yabancı tasarruf çekme kapasitesi, Avrupa Birliği ile yakın ilişkiler içinde ciddi bir biçimde artmıştır. Dün finanse edilmesi zor görünebilecek tasarruf açıkları/cari işlem açıkları artık finanse edilebilir hale gelmiştir. Avrupa Birliği, Türkiye için düşündüğünüzden daha önemlidir. Bugüne gelmemizde önemli bir rolü de vardır nitekim.
Aklımdaki soru hep aynı. Tüm bunlar veri iken, aynısı başka ülkelerde de olmuşken, her en yabancıların kendisine kumpas kurmakta olduğuna inanan bir millet neden yabancılara daha fazla muhtaç olmamanın bir yolunu aramamıştır? Yabancıların kendisine komplo kurduğunu, engel çıkardığını düşünen bir millet neden kendini azıcık tutamamış ve yemeyip yerli ve milli tasarrufları artırmaya yönelmemiştir?

Peki, asıl önemlisi, bundan sonra ne olur? Avrupa Birliği ile bu yakın ilişkilerin, önümüzdeki dönemde şirket bilançolarının küçülmesi, ithalat taleplerinin azalması, üretimin bir süre tatil edilmesi ve beklenen kalıcı istihdam kaybına bir faydası olabilir mi? Ödenmeyen borçlar ve artan işsizlik konusunda neler yapılabilir? O konuda da aklımdakini anlatmak isterim doğrusu. Önce teşhis, sonra tedavi. Her işin bir sırası, her çiçeğin bir mevsimi var.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar