Türkiye “fabrika ayarlarına” dönebilir mi?
Bu günlerde farklı ortamlarda karşılaştığım çoğu kimse, sorularına anlamlı bir cevap verebileceğimi umarak, “Türkiye ekonomisi nereye gidiyor, yerel seçimden sonra neler olabilir?”, sorusunu soruyor bana. İnsanların kafası, haklı olarak, hayli karışmış durumda.
Bir yanda ekonomiye yön verenlerin ve iktidar çevrelerinin çizdiği iyimser tablo var; “en kötüsü geride kaldı, attığımız adımlar olumlu sonuç vermeye başladı, seçimlerden sonra ekonomi yeniden şahlanır” diyenlerin beyanları yandaş medyada geniş yankı buluyor.
Diğer yanda “olumlu” diye nitelenen gelişmelerin, örneğin cari açığın hızla kapanmasının kalıcı olmadığını ve tamamen ithalata bağımlı hale gelmiş olan ekonomideki ciddi küçülmeden kaynaklandığını hatırlatan, ayrıca enflasyondaki duraklamanın güven vermediğini, döviz kurunun da yeni sürprizlere açık olduğunu iddia edenler var. Muhalefet sözcülerinin seçim kampanyasında söylediklerine bakarak çok daha iç karartıcı bir tablo çizmek de mümkün.
Bu ortamda, Türkiye ekonomisinin resesyondan çabuk çıkabilmesi için en kestirme yolun IMF’nin cömert bir parasal destekle arkasında duracağı yeni bir orta vadeli programı benimsemek olacağını ileri sürenler olduğu gibi AKP iktidarının, 2003-2007 arasındaki başarı hikayesinin sırrı olan “fabrika ayarlarına” geri dönmesinin bir çıkış yolu olabileceğini savunanlar da var.
AKP ile başarıdan resesyona
Bu ortamda sap ile samanı ayırmak ve daha gerçekçi bir analiz yapabilmek için her şeyden önce, 2017’de %7.4 büyüyen Türkiye ekonomisinin 2018’de muazzam bir kur depremi yaşadıktan sonra nasıl resesyona sürüklendiğini hatırlamak gerekiyor. Bunun cevabı açık aslında. Türkiye ekonomisinin artık herkesçe bilinen temel sorunu, hızlı büyüyebilmek için büyük miktarda dış kaynağa muhtaç olması. Hızlı büyümek için gerekli olan dış kaynağın bulunmasında sorun çıkınca kriz yaşanıyor ve ekonomi küçülmeye zorlanıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin(AKP) 16 yıllık iktidarında yaşananlar da bunun kanıtı aslında. AKP iktidarı, 2001 krizi sonrasında gerçekleştirilen ve hem bankacılık sistemini hem de ekonomiyle ilgili kamu kurumlarının özerkliğini güvenceye alan kapsamlı reformları ve IMF programını devralarak işe başladı. AKP iktidarı bu mirası iyi değerlendirdi ve mali disipline önem vererek ekonominin ihtiyacı olan dış kaynağı çekmesini sağladı, Türk lirası 30 yıllık kronik yüksek enflasyonun mirası olan sıfırlardan kurtuldu ve hızlı büyümenin yolu açıldı. Hala seçim meydanlarında tekrarlanan “ekonomiyi üçe katladık” övünmesi de bu döneme ait bir hatıra. 2008’de ilk kez 10 bin doları aşan kişi başına milli gelirimiz 2018’de 10 bin doların altına düşmüş durumda.
O dönemde sağlanan başarının temel nedeni AKP’nin ilk iktidar dönemindeki yaklaşımının bir bütün olarak Batı dünyasında ve uluslararası finans çevrelerinde olumlu karşılanmasıydı. Ekonomide izlenen akılcı politikaların yanı sıra Avrupa Birliği(AB) ile bütünleşme sürecinde ve demokratikleşme yolunda atılan adımlar, Türkiye’nin Orta Doğu’da arabulucu rolü oynayacak bir konumda bulunması ve Başbakan Erdoğan’ın ülkesinde yaygın desteğe sahip, demokrasiye bağlı bir lider izlenimi vermesi Batı’daki itibarının yükselmesini sağladı. Türkiye’nin rekor miktarda dış yatırım sermayesi çekmesini sağlayan ve ekonomisinin önünü açan “fabrika ayarları” bütün bu unsurları içeren bir bütündü.
“Fabrika ayarları” neden tutmaz?
Bana “fabrika ayarları” deyimini hatırlatan da, bazı sayıları sakıncalı görülerek Türkiye’de dağıtılamayan The Economist dergisinin son sayısında yer alan bir haber oldu. The Economist, Erdoğan yönetiminin 2002-2011 döneminde başarılı bulunan performansını “fabrika ayarları”na geri dönerek tekrarlamasının neden olanaksız göründüğünü anlatıyor.
Aslında AKP iktidarının ve özellikle şimdi Cumhurbaşkanı olan Sayın Erdoğan’ın ilk dönemde benimsediği “fabrika ayarları” ile bugün benimsediği dünya görüşü ve yönetim anlayışı arasında büyük bir uçurum var. Ayrıca bugünün dünyası da çok farklı bir dünya. Bu nedenle seçimden sonra ekonomi için ve Türkiye için bir çıkış yolu ararken boş hayallere kapılmamak ve geçmişe değil geleceğe bakmak daha gerçekçi olabilir diye düşünüyorum.