Türk sağlık turizmi 'Modern Lawrence Operasyonu'na kurban mı gidecek?
Son birkaç haftadır İngiliz basınında önüme düşen haber başlıkları, beni hem şaşırttı hem de kızdırdı desem yalan olmaz. “Türkiye’de sağlık turizmi yapanlar dişlerini kaybetti”, “ucuz ameliyatlar ölümle sonuçlanıyor” gibi abartılı iddialarla dolu bir dizi haber, özellikle son beş hafta içinde karşıma tam 18 defa çıktı. Gerek meslek icabı medyayı yakından takip etmem, gerekse bizzat çevremden duyduklarım sayesinde, bu işin sadece “tek tük mağduriyet” olmadığı kanısına vardım. Daha çok sistemli bir karalama kampanyasını andırıyor.
Kara çalma mı, gerçek öyküler mi?
Tabii ki ben de “Olur mu canım öyle şey, nereden çıkarıyorsun bu iddiayı?” diye soranlara hak veriyorum. Çünkü yurt dışında – her ülkede olduğu gibi – Türkiye’de de bazı talihsiz vakalar yaşanıyor olabilir. Ancak gözlemlerime göre, bu haberlerin dili ve sıklığı, normal bir “hasta mağduriyeti” haberinden ziyade Türkiye’nin sağlık turizmi alanındaki yükselişine karşı yürütülen bir kampanya sinyali veriyor.
Eğer gözünüze The Mirror, Daily Mail, The Sun, The Express, The Independent, The Telegraph gibi yayın organlar denk geliyorsa, son dönemdeki manşetleri mutlaka fark etmişsinizdir: “Türkiye’de cerrahi operasyonlar ölümcül boyutta”, “Türkiye’de sakın ameliyat olmayın, sonuçları çok kötü!” ve benzeri çarpıcı başlıklar…
Bu olumsuz anlatının altında yatan sebepleri kurcaladığımda ise birkaç ipucu karşıma çıkıyor. Birincisi, Birleşik Krallık’taki sağlık sistemi NHS’in kendi içinde ciddi sorunlar yaşadığı bir süredir zaten bilinen bir gerçek. Hastalar, aylarca ameliyat sırası beklediği için ya da masraflar görece yüksek olduğu için Türkiye gibi ülkelere yöneliyor. Britanya basını ya da bir takım finansörler, bu gidişatın önüne geçmek için “Türkiye’ye gitmeyin, tehlikeli” mesajı vermekte adeta ortak paydada buluşuyor gibi görünüyor.
Bu konuyu deneyimli bir gazeteci arkadaşıma sordum. O bambaşka bir açıdan konuyu ele alarak, “Belki de buna benzer çok fazla ihbar alıyorlardır ve haberleştiriyorlarıdır.” gibi bir yorum yaptı. Aslında “adil” bir habercilik yapma ihtimallerinin olduğunu ifade etmeye çalıştı. Sonra tekrar araştırmalarıma dönüp baktım. Son iki haftada birbirinden bağımsız tam 18 olumsuz haber… İngiliz basınındaki yayınların altına eklenen, “Türkiye’de ameliyat oldun ve pişman mısın? Bana e-posta yolla!” şeklindeki çağrılar beni tekrar düşünmeye sevk etti. Çünkü bu açık çağrıyla insanların olumsuz deneyimlerini toplamak, sonra da toplu bir şekilde medyaya yansıtarak algı oluşturmak, pek de objektif bir gazetecilik yaklaşımı gibi durmuyor diye düşündüm.
Peki neden Türkiye?
İtiraf edeyim, ben de İngiltere’de yaşayan birkaç arkadaşımla konuştuğumda, Türkiye’nin sağlık turizmi konusunda “hem fiyat hem de kalite” dengesinde dünyadaki en cazip ülkelerden biri olarak anıldığını sık sık işitiyorum. Modern hastaneler, uluslararası standartlar, deneyimli doktorlar… Sağlık turizmi alanında Türkiye’nin yükselişi, resmî rakamlarla da destekleniyor. Öyle ki, 2024 yılında ülkemiz 2 milyon sağlık turisti ağırlamış ve 3 milyar dolarlık bir gelir elde etmiş. Tüm bu istatistikler, dış basında “Türkiye çok mu hızlı büyüyor? Acaba bir hile mi var?” sorusunu tetikleyebiliyor.
“Arabistanlı Lawrence” taktiği mi?
İşte tam da bu noktada aklıma “Arabistanlı Lawrence” geliyor. Birinci Dünya Savaşı döneminde Orta Doğu’da Osmanlı’ya karşı yürütülen psikolojik harp, gizli operasyonlar ve yerel unsurları kışkırtma çabalarıyla ünlüydü T.E. Lawrence. O dönemde kullanılan propaganda yöntemleri, farklı kulvarlarda olsa da bugün hâlâ karşımıza çıkabiliyor. Nasıl ki “Arabistanlı Lawrence” Osmanlı’yı yıpratmak için sinsi taktikler, algı manipülasyonları ve yönlendirmeler yapmışsa, şimdi de “Türk sağlık turizmi tehlikeli, gitmeyin!” algısı, benzer bir psikolojik savaş stratejisinin modern bir yansıması olabilir mi?
Kimi çevreler “Aman canım, bu kadar da derine inmeye gerek yok” diyebilir. Ancak Türkiye’nin sağlık turizminde bu kadar hızlı yükselmesi, tıpkı geçmişte stratejik olarak önemli konumumuzun hedef alınması gibi, şimdi de ekonomik ve sektörel anlamda hedef alınmamıza sebep oluyor olabilir. Sosyal medyada, gazete manşetlerinde ve televizyon programlarında sık sık aynı olumsuz anlatılarla karşılaşmamız, “Arabistanlı Lawrence dönemi”ni hatırlatan bir propaganda kampanyasını akla getirmiyor da değil.
Gizli muhabirler ve abartılı hikâyeler
Şimdi gelelim can alıcı noktalara. İngiliz medya kuruluşlarının “sahte hasta kılığına giren muhabirler” aracılığıyla Türkiye’deki klinik ve hastaneleri ziyaret edip, “yok dişim döküldü, yok ameliyat başarılamadı” gibi birtakım kurgusal ya da abartılmış vakalarla ülke imajımızı zedeleme çabasında olduğu söyleniyor. Kimi haberlerde, tek bir kişinin yaşadığı – belki de kendi beden yapısından ya da özel sağlık durumundan kaynaklanan – komplikasyonu, tüm sektöre mal edecek şekilde anlatılıyor. “Türkiye’de ölümcül ameliyatlar!” başlıklı içerikler, çoğu zaman somut verilerle desteklenmiyor.
Sistematik bir kampanya ihtimali
Okudukça fark ettim ki, bir de işin perde arkası var. Bazı İngiliz kurumların ve finansörlerin, hatta NHS’in, Türkiye aleyhinde sistematik kampanyalar yürütebileceği yönünde güçlü iddialar var. Düşünün, kendi ülkenizde bekleme süresi çok uzun, masraflar yüksek; hastalar çareyi yurtdışında arıyor. Bu da ülkenizin sağlık sistemini eleştirilere açık hale getiriyor. Belki de bu nedenle “oralarda çok riskli, gitmeyin” algısını oluşturmak stratejik bir hamle olarak görülüyor.
Türkiye ne yapmalı?
Peki bu karalama furyası karşısında biz ne yapıyoruz? Açık konuşayım, bazen Türkiye’nin uluslararası medyada çıkan bu tür haberlerle yeterince hızlı ve etkili şekilde mücadele etmediğini düşünüyorum. “Sen misin beni kötüleyen, bak benim verilerim şurada” diyerek istatistikleri ön plana koyma, gerçek hasta deneyimlerini paylaşma konusunda biraz geride kalıyoruz. Hatta sağlık turizmi sektöründe aktif olan birçok kurum ve kuruluş, kendi içinde başarılı hikâyeleri, memnun hasta örneklerini ve uluslararası akreditasyon belgelerini sergilemekte yavaş davranıyor.
Oysa büyük hastanelerin, kliniklerin ve bakanlıkların ortak bir iletişim stratejisi belirleyerek, “Kara propaganda var mı? Byurun, işte benim verilerim, işte uluslararası başarı oranlarım, işte hasta memnuniyet raporlarım!” şeklinde yüksek sesle ve samimi bir üslupla anlatması gerekmez mi?
Doğru bilgiyi anında paylaşmak
Benim de medya sektörü içerisinde edindiğim tecrübeye dayanarak söyleyebilirim ki, dezenformasyona en etkili cevap hızdır. Bir haber çıktığında, eğer o haber yanlış bilgilerle doluysa, vakit kaybetmeden doğru bilgiyle kamuoyunu aydınlatmak gerekir. Aksi halde, ilk okunan yanlış bilginin akıllarda kalma ihtimali daha yüksek oluyor.
Mesela tekil bir vaka örneği, dramatik bir başlıkla yayınlanıyor; gazeteci, “Türkiye’de ameliyat oldum, dişlerim döküldü” diyen birini buluyor ve bunun üzerinden bütün sektör kötüleniyor. İşte burada ilgili bakanlık, klinik veya sivil toplum kuruluşu hemen devreye girip, “Şu verilere göre Türkiye’de bu tip operasyonlarda başarı oranı yüzde bilmem kaç, dünyada zaten komplikasyon oranı şu kadar” gibi detayları paylaşmalı.
Bir de aklıma şu geliyor: Bağımsız gazetecilerin doğrudan gelip gözlem yapabilmesi için Türkiye’de basın gezileri organize etmek oldukça faydalı olabilir. “Hadi bakalım, kliniği, hastaneyi, uzmanların çalışma koşullarını, hasta memnuniyetini siz doğrudan görün” şeklinde bir yaklaşım, belki de ön yargıları yıkmanın en kestirme yolu. Ben bu tarz yaklaşımların, zamanında turizm sektöründe ya da gıda ihracatında ne kadar olumlu sonuçlar verdiğini gördüm.
Sağlık turizminde uzun vadeli marka inşası
Bana göre en temel mesele, Türkiye’nin sağlık turizminde yakaladığı ivmeyi uzun vadede korumak ve küresel ölçekte bilinen bir “sağlık markası” olabilmek. Bu konuda Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan da aynı görüşle sağlık turizminde markalaşmanın önemine vurgu yapıyor. Fakat bunun için yalnızca başarılı doktorlar, modern hastaneler yetmiyor. İmaj yönetimi, sistematik PR çalışmaları, kriz iletişimi ve tabii ki doğru zamanda doğru mesaj vermek de kritik önem taşıyor.
Son dönemde İngiliz basınında çıkan ardı ardına olumsuz haberleri ben şahsen “Türk sağlık turizmini sektirmeye çalışan bir okçunun atakları” gibi görüyorum. Biz bu okların hedefi olmamak için kalkanlarımızı doğru yerden kaldırmak zorundayız. Kalkanımız ise gerçek veriler, bilimsel istatistikler, uluslararası akreditasyon belgeleri ve memnun hasta hikâyeleri.
Gövdemizle değil, bilgimizle karşı koyalım
Bir yandan “sağlık turizminde dünya markası” iddiasını seslendiriyoruz, diğer yandan İngiliz basınında hakkımızda çıkan asılsız haberlere isyan ediyoruz. Bu ikili durumu yönetebilmek için, özellikle Sağlık Bakanlığı ve USHAŞ gibi kurumlara çok önemli görevler düşüyor. Sadece yurt dışındaki fuarlara katılmak ya da belirli aralıklarla kurum ziyaretleri gerçekleştirmek kesinlikle yeterli değil. Aksine, uzun vadeli ve derinlemesine bir iletişim stratejisi kurgulanması şart. Bu strateji, o ülkenin kültürel kodlarını yakından tanımayı, oradaki medya organlarıyla birebir ilişkiler kurmayı, düzenli basın bültenleri ve raporlar paylaşarak veriye dayalı söylem oluşturmayı gerektiriyor. Herhangi bir olumsuz haber çıktığında, “O aslında böyle değil, bakın elimizde şu veriler var” diyebilecek, hızlı reaksiyon alabilecek bir sistemin kurulması ise bu stratejinin belki de en kritik parçası.
Öte yandan, yabancı gazetecileri “kendi evimizde” bilgilendirmek ve deneyimletmek de en etkili yöntemlerden biri. Nasıl ki uluslararası kongre ve fuarlar önemliyse, Türkiye’de hastaneleri, klinikleri ve hasta memnuniyetini yakından gösterecek basın turları ve saha ziyaretleri de en az o kadar değerli. Fakat her şeyden önce sağlam bir medya planlaması ve doğru bir dil kullanımı gerekli. Çünkü İngiliz gazetecilerin okuru da kendi kültürel hassasiyet ve referans çerçevesi içinde düşünüyor; doğru mesajı onlara, onların diliyle aktarabilmek büyük fark yaratıyor.
USHAŞ için proaktif iletişim şart
Ben de bu konuda elimden gelen her türlü desteği vermeye hazırım. Küresel basının dinamiklerini çok yakından takip ediyorum. İnanıyorum ki, eğer yetkili kurumlarımız – başta USHAŞ olmak üzere – bu önerileri ciddiye alıp “Nasıl daha proaktif ve gerçekçi bir iletişim yürütürüz?” sorusuna yanıt ararsa, İngiliz medyasında oluşan bu olumsuz algıyı tersine çevirebiliriz. Unutmamak gerekir ki elimizde gerçekten büyük bir başarı hikâyesi var; tek yapmamız gereken onu doğru anlatmak ve gerektiğinde hızla savunmak.
Ve tabii, “aman canım abartıyorsun” demeden önce bir kez daha düşünmekte fayda var. Hepimiz biliyoruz ki Amy Winehouse’un trajik sonunu hazırlayan etkenlerden biri de İngiliz tabloidlerinin acımasız baskısıydı. Aynı hikâyede yer almak istemiyorsak, elimizdeki kalkanları vakit kaybetmeden kuşanmalı ve gerçeklerimizi tüm dünyaya kararlılıkla anlatmalıyız.