Türk dış politikasının yönü – I
NATO zirvesinde İsveç’in üyeliğini AB üyeliğini gündeme getirerek kabul eden Türkiye, zirvede yapılan ikili görüşmelerde pozitif bir tutum takınmış ve önümüzdeki 5 yıl için Batı ile yumuşak bir diplomasinin işaretlerini vermişti.
Yeni Bakanlar Kurulu’nun yapısı da bunu işaret etmekteydi. Özellikle ekonomi yönetiminin Batı ile olan ilişkileri önemsediği aşikâr.
Keza dış ticaret açığı büyük olan ve ekonomik yapısını düzeltebilmek için dış sermayeye ihtiyaç duyan Türkiye’nin Batı yatırımlarını çekebilmesi diğer yatırımcılar için ülkenin güvenilirlik algısını yukarı çekecek en önemli göstergelerden biri olacak.
Bunlara ek olarak Ukrayna’ya verilen NATO’ya üyelik mesajı, Azov Taburu komutanlarının geri gönderilmesi gibi hamleler kamuoyunda Türkiye’nin Batı çizgisine döndüğünü gösteren politikalar olarak nitelendirildi. Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlamak üzere izlenen dış politikanın en önemli parametreleri denge siyaseti içerisinde “Batıcılık” ve “statükoculuk” olmuştur.
Batıcılık, altını kapitalizmin oluşturduğu laik ve demokratik yaşam demektir. Statükoculuk ise "yurtta sulh, cihanda sulh" mottosunun uluslararası ilişkiler diline çevirisidir. Diğer bir ifadeyle anti-revizyonizmdir. Uluslararası hukukun kara kaplı kitabına uygun olarak revizyonist olarak nitelenebilecek olaylar yaşansa da statükoculuk hala devam ediyor.
Türkiye, 1945’te kazanan Batı bloğunun yanında yer alırken, 1952 yılında NATO’ya üyelikle birlikte Batının bir parçası olmuştu. Bu dönemde geleneksel denge politikası bırakılmış ve ABD endeksli bir dış politika izlenmiş, ülkenin güvenliği ABD’nin güvenlik çemberinin bir parçası olarak görülmüştür. Türkiye için Soğuk Savaş döneminde Batı’nın parçası olmak o kadar önemliydi ki, ABD ile olan krizler bile bu öneme fazla olumsuzluk yükleyememişti.
İşte bu yüzden Türkiye Soğuk Savaş anlayışından çıkan belki de son ülke oldu. AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinde, sosyal anlamda muhafazakâr, siyasi ve ekonomik alanlarda ise demokratik ve liberal bir anlayışla karşımıza çıktı. Bu süreçte dış politikada AB’ye tam üyelik hedefi merkeze alınmıştı.
Bu dönem, ekonomik kalkınmanın belirli seviyelere ulaştığı, demokratikleşme sürecinin hızlandığı ve Türkiye’nin demokratik imajının güçlendiği bir sürece tanık olduk. Ancak AB’nin iki güçlü üyesi Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin üyeliğine açıkça karşı çıkmaları, Türkiye’de AB’ye üyelik motivasyonu zayıflattı. Türkiye, AB üyeliği sürecinde sağlamlaştırdığı liberal ekonomik anlayışını Batı-Doğu karmaşası içerisinde sürdüremedi.
Buna rağmen 15 Temmuz 2016’ya kadar Türkiye’nin Batı ittifak sistemi içerisinde yer almaya dayalı stratejisinde bir değişiklik olmadı. “Her şerde bir hayır vardır” misali 15 Temmuz 2016’ı darbe girişimi Türkiye adına çeşitlendirilen, milli duruşun ortaya konulabildiği bir dış politikanın önünü açtı. Bu yapıda MHP’nin iktidara verdiği desteğin etkisini bir kenara atmamak lazım. AK Parti hükümetleri tarafından 2016’ya kadar izlenen dış politikaya bakıldığında Rusya’ya karşı Batı ile stratejik ittifak yönelimi hiç gündeme getirilmemişti.
FETÖ’nün hain darbe girişimi sonrası içine girilen süreçte ise birçok alanda ABD ile gerginlikler arttı. Türkiye, bu gerilimi Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler yoluyla aşmaya çalıştı. Ancak her iki ülke de Türkiye için Batı ittifak sisteminin bir alternatifi değil. Keza, Türkiye’nin Batı ittifak sistemindeki varlığının meşruiyet nedeni bu iki ülke olmuştur. Haftaya devam edelim…