Türk dış politikasının ‘altın kural’ının isabeti daha iyi anlaşılıyor
Eskiden Türk hariciyesine girenlere öğretilen altın kurallardan biri, Türkiye’nin Araplar arasındaki kavgalara asla karışmamalarıydı. Türk-Osmanlı deneyiminin bilgeliğini yansıtan bu kurala, ülke çok uluslu bir imparatorluğun küllerinden milli bir kimlik geliştirerek ulus devlet kurulurken ve iki savaş arası dönemde titizlikle uyuldu.
Arapların toprakları savaş alanına dönüşürken, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kaldı. Savaştan sonra sömürge imparatorluklarının sona ermesi, bazı Arap ülkelerine bağımsızlık getirdi, nominal olarak bağımsız gözüken diğer devletlerdeki sömürgeci güçlerin de etkilerinin azalmasına yol açtı. Bu dönem, aynı zamanda dünyanın iki kampa ayrılmaya başladığı zamandır. Savaş sonrasında Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı kampına katılmaya çalıştı ve bunu başardı; bazı Arap ülkeleri ise, iç siyasetlerinde eski sömürge güçlerinin çeşitli mekanizmalar yoluyla süregelen etkisini azaltmak umuduyla Sosyalist Blok ile işbirliği yapmayı seçti. Batı karşıtı kampa olan bu yakınlaşmayı, Batı yanlısı geleneksel elitlerin yerini milliyetçi askeri yönetimlerin alması, yani rejimlerin değişmesi, tetikledi.
1973’teki petrol krizine kadar ön plana çıkan Arap rejimleri Mısır, Suriye ve Irak’tı. Bunların her biri Arap birliğine ulaşmayı amaçlayan, Arap milliyetçisi birer hükümete sahipti fakat pratikte birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Aralarındaki etkileşimin işbirliğinden ziyade rekabet olarak nitelendirilmesi doğru olacaktır. Bu dönemde gerek Kuzey Afrika ülkeleri gerek Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri genellikle bölgenin merkezi dışında kalan, marjinal ülkeler olarak görülüyordu. 1961’de Irak, Büyük Britanya’nın bağımsızlığını vermesinin hemen ardından, Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu iddia ederek bu ülkeyi ilhak etmek istemiş, ancak eski sömürgesini savunmaya kararlı Britanya tarafından bozguna uğratılmıştı. Diğer yandan Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı ise, Yemen’de, Suudi Arabistan’ın karşı tarafta yer aldığı sonuçsuz bir savaşa girmişti. Bu karışık ortamda ve koşullar altında, Türkiye’nin Arap-içi çatışmalardan uzak durmasının bilgeliği çok açıktı.
Petrol krizi, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin gelirlerini çarpıcı bir biçimde artırdı; buna paralel olarak söz konusu ülkelerin siyasi güçleri de arttı. Kapsamlı altyapı yatırımları, ihalelere teklif veren ve ihaleleri alan ülkeler üzerinde bir nüfuz oluşturdu. Keza, bu ülkelerin artan hizmet talepleri bölgenin geri kalan kısmı için istihdam olanakları yarattı. Bölgeye işçi sağlayan ülkeler ödemeler dengelerini koruyabilmek için işçi dövizlerine bağımlı hale geldi. Bölge ülkelerinin artan ithalatı, ihracatçı ülkelerde genişleyebilecekleri yeni pazarlar bulmanın heyecanını uyandırdı.
Yeni kazanılmış servetleri, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin gerek iktisadi yardım gerek yatırım fonlarının önemli bir kaynağı olmasını sağladı. Türkiye, özellikle ekonomisini 1980’lerde küresel sisteme entegre etme kararı sonrasında, bu genişleyen ekonomik potansiyele giderek daha fazla ilgi gösterdi. Özellikle Türk inşaat şirketleri bölgeye bir miktar Türk iş gücü de getirerek, ön plana çıktılar. Bazı Körfez menşeli yatırımlar Türkiye’ye gelirken Türk ürünleri de pazarlarına nüfuz etmeye başladı.
Yeni kazanılan servet ve bu ülkelerin artan gücü, beraberinde iki tür güvenlik endişesi getirdi. Birincisi, bu ülkelerin yaşadıkları sosyo-ekonomik değişim acaba orta çağdan kalma mutlakiyetçi liderlerin hükmettiği geleneksel yönetim biçimini baltalayacak mıydı? İkincisi, ülkelerin o ana kadar süregelmiş barış ve toprak bütünlüklerini tehdit edecek bölgesel rekabetler yaratacak mıydı? Körfez hükümetleri, güvenliklerini garanti altına almak için Ortadoğu’daki tüm muhafazakâr ve dini siyasi ideolojileri desteklemeye yöneldi. Bu yaklaşımın sadece Arap devletleri arasında daha fazla bölünme ve rekabet yaratmaktan öteye bir faydası olmadı. Türkiye ise bölgeye dönük siyasetinde geçmişe göre daha aktif olmasına rağmen, uzun süre bölge ülkeleri arası ihtilafl ara uzak durdu. Nitekim, Arap Baharı'na kadar Türkiye bölgedeki tüm ülkelere eşit mesafesini korumaktaydı. Ancak Bahar’la birlikte, Türk hükümeti, Arap içi meselelere müdahale etmeme geleneğinden uzaklaştı. Dış siyasete kendi ideolojik eğilimlerini yansıttı; gerek uluslararası camia gerek bölgedeki rejimlerin çoğunun desteklemediği Müslüman Kardeşler’in safında yer aldı. Bu siyasi tercihin sonucu, Katar’ı kurtarmak uğruna Araplar arasında Türkiye’nin dostsuz kalmasıdır. Böyle bir tercihin avantajları sınırlı kalırken, siyasi ve iktisadi maliyetleri çok olacaktır. Ayrıca, girişilen siyaset değişikliği, bölge ülkelerinin Türkiye’ye güvenmesi konusunda üstesinden gelinmesi zor bir sorun yaratacaktır. Gelişmeler, Türkiye’nin geleneksel siyasetinin isabetini bir defa daha göstermiştir. Ümit ederim ki, günümüzde bu isabetin idraki için geç kalınmamış olsun.