Trump’a rağmen
Fosil yakıtların ateşli savunucusu, iklim değişikliği deyince “bir aldatmaca” diyen Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturması, iklim kriziyle mücadelede geçici bir gerileme yaratsa da COP29’un Bakü’de devam ettiği bu dönemde, iklim kriziyle mücadelede umutlu kalmak için birçok neden bulunuyor.
Fosil yakıtlara olan bağlılığını sürdüren bir liderin varlığı, iklim politikalarını zaman zaman zora soksa da Amerika Birleşik Devletleri’nin enerji geleceği bile sadece Beyaz Saray’ın kararlarıyla şekillenmiyor.
ABD, federal sistemin sağladığı esneklik sayesinde yerel düzeyde çok daha geniş bir hareket alanına sahip. Başkan kim olursa olsun, yenilenebilir enerjiye geçiş konusundaki ivme, eyaletler ve özel sektör tarafından sürdürülüyor. Bu bağlamda, özellikle Kaliforniya, New York ve hatta Texas gibi eyaletlerin attığı kararlı adımlar, ABD’nin temiz enerjiye geçişinde belirleyici olmaya devam ediyor.
Neden umutlu olmalıyız?
Güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir kaynaklar, maliyet açısından fosil yakıtları çoktan geride bıraktı. Çünkü ekonomik açıdan da daha avantajlı bir tercih. Şirketler ve devletler, bu dönüşümün sunduğu fırsatları değerlendiriyor ve fosil yakıtlara olan bağımlılık her geçen gün azalıyor.
Bununla birlikte Amerika, federal sistemin sağladığı güçle, eyaletlerin, kendi politikalarını geliştirebilmesine olanak tanıyor. Kaliforniya ve New York gibi eyaletler, yenilenebilir enerji projelerine hız kesmeden yatırım yapıyor. Texas bile rüzgâr enerjisi yatırımlarında lider. Yerel yönetimler ve özel sektör, Trump’ın federal düzeydeki politikalarına rağmen ilerliyor.
ABD ve Çin arasındaki rekabet
ABD ve Çin arasındaki rekabet, yalnızca ekonomi ve teknoloji gibi alanlarla sınırlı değil; temiz enerji sektöründe de kendini gösteriyor. Çin, uzun süredir güneş paneli üretiminde dünya lideri konumunda.
Ülke, sadece güneş enerjisi değil, rüzgâr türbinleri, batarya teknolojileri ve elektrikli araçlar gibi yenilikçi alanlarda da devasa yatırımlar yapıyor. Bu hamleler, Çin’i temiz enerji teknolojilerinin küresel tedarik zincirinde dominant bir pozisyona taşıdı. Ancak bu durum, ABD’nin de dikkatinden kaçmadı. Bu rekabetin bir diğer önemli boyutu da uluslararası arenada prestij mücadelesi.
ABD, küresel bir lider olarak algısını güçlendirmek isterken, Çin, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelere temiz enerji teknolojileri satarak “yeşil diplomasisini” genişletiyor. Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” kapsamında sunduğu temiz enerji projeleri, sadece ekonomik bir hamle değil, aynı zamanda iklim krizine dair küresel bir liderlik iddiası. ABD ve Çin arasındaki bu yarış, diğer ülkeleri de hareket geçiriyor.
İklim krizinin güçlü dayanakları
İklim değişikliğiyle ilgili bilimsel veriler, tartışılmaz şekilde güçlü. Atmosferdeki karbon oranları, sıcaklık artışları, buzulların erimesi... Trump gibi liderler bu gerçekleri görmezden gelse bile; bilim, yol göstermeye devam ediyor ve dünya bu veriler ışığında hareket ediyor. Üstelik sosyal farkındalık tabanındaki hareketler de bu tutumu güçlendiriyor.
Özellikle gençlik hareketlerinin büyümesi, iklim krizinin kabullenilişinde önemli bir faktör. Çoğu genç, iklim krizinin neden olduğu belirsizlikten dolayı mutsuz. Krizin yaratacağı tahribatı doğrudan yaşamaktan da korkuyorlar. Bu durum da onları, sadece pasif bir izleyici olmaktan çıkarıp aktif birer katılımcıya dönüştürdükçe, hareketlerin etkisi de hükümet politikalarına kadar uzanıyor. Pek çok lider, gençlerin taleplerini görmezden gelemiyor ve vaatlerini artırmak zorunda kalıyor.
Üstelik özel sektör de iklim krizini doğrudan ya da dolaylı olarak sahipleniyor. Küresel şirketler, karbon nötrlük hedeflerini benimsiyor. Sonuç olarak iklim krizini görmezden gelen liderlerin inkârcı söylemleri hem bilimsel hem de ekonomik gerçekleri değiştirmiyor.