Trump, paradigma değişikliğinin habercisi mi?

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Uzun zamandır belirsizlikler, durgunluk kaygıları ve güvenlik krizleri altında bunalan dünyamız geçen hafta yeni bir şokla sarsıldı: Süper güç ABD'nin başına en başta kendi ülkesi olmak üzere her yerde kurulu düzenin elit aktörlerince hor görülen, yerleşik değerleri temsil etmeyen ve küresel dengelerin geleceği açısından tehdit addedilen emlak kralı Donald Trump seçildi. Şok o kadar büyük ki aralıkta yapılacak ve bugüne kadar bir formalite niteliğini aşmamış bulunan eyalet delegeleri onay toplantısında olumsuz bir karar çıkabileceğini hala umanlar var ama bu ihtimal yok denecek kadar az. Konu uluslararası ve yerel medyada neredeyse her yönüyle irdelendiği için ben öne çıkarılması gerekli bazı özelliklerine değinmek ve ülkemiz için anlamlı olabilecek tarafları ile ilgili zihin egzersizleri yapmak istiyorum, Sadece Başkan'ı değil, kısmen Kongre ve Senato'yu da yenileyen ABD seçimlerinin dünya çapındaki yankıları, öncelikle iki gerçeğin altını çizdi: Biri, aksi yönde yorumlar olsa da, ABD'nin dünya düzeni açısından öneminin hala çok büyük ve rakipsiz olduğu, diğeri de 90'lı yıllarda artık nihai tarihsel aşama olarak kabul edilen neoliberal piyasa düzeninin ve küreselleşmenin, sadece bir avuç aktivist için değil geniş halk kitleleri için de hoşnutsuzluk ve umutsuzluk yarattığı. Trump, bu duygusal çöküş atmosferini değerlendirerek seçilmeyi başardı, ancak politikalarıyla bu hoşnutsuzluğu giderip gideremeyeceği, hatta onu seçenlerin bile buna inanıp inanmadığı büyük bir soru işareti.

ABD seçiminin arka planı

Aslında seçimin sayısal sonuçlarına yakından bakıldığında kazananın Trump olduğundan çok, kaybedenin Clinton olduğu daha doğru bir tespit gibi görünüyor. Özellikle Obama'nın kazandığı 2008 ve 2012 seçimleri ile kıyaslandığında, demokrat oylardaki gerileme çok açık. 2008'de 69.5 milyon, 2012'de 66 milyon oya karşılık şimdi 60.6 milyon oy. Üstelik bu arada nüfus, sözgelişi 2012'den bu yana 8 milyon kadar, artmış olmasına rağmen. Zaten cumhuriyetçi oylarda bir artış söz konusu değil, hatta 2012'ye oranla ufak bir gerileme söz konusu. Belli ki 231 milyon olan toplam seçmenin ancak %56'sı oranında gerçekleşen sandığa gitme açısından en fazla fire demokrat seçmenlerde yaşanmış. Seçime katılma hakkı olup seçim kaydı yaptırmayan 70 milyon kişi ve cezai kısıtı bulunan 6 milyon kişi dışarda bırakılsa dahi, kayıtlı olup oy kullanmayan 6 milyon insan var. Tabii beyazların kayıt oranı da daha yüksek. Etnik köken ve cinsiyete göre yapılacak bir karşılaştırma, ırkçı saiklerin ağırlıklı olmadığını gösteriyor.

Clinton'un Obama'ya göre kaybettiği oylar beyaz erkekler ile siyah kadınlarda birbirine yakın. Trump ise cinsiyetçi söylemleriyle karşısına aldığı beyaz kadınlar dışında her kategoride 2012'deki cumhuriyetçi aday Mitt Romney'e göre oylarını arttırmış. Clinton ise başta beyaz erkekler ve siyah kadınlar olmak üzere her kategoride Obama'nın gerisinde. Öte yandan kapanan fabrikalar ve artan işsizliğin vurduğu ve eskiden Obama'ya destek veren eyaletler, Trump'ın zaferine sahne oldu. Üstelik bu eyaletler, bu defa demokrat önseçiminde de Clinton'ı değil rakibi Bernie Sanders'ı desteklemişti. Buralarda Trump'ın, fabrikalarını yurtdışına taşıyan ABD şirketlerini kendi ülkelerinde yatırım yapmaya zorlayacağını söylemesinin de payı var.

Bu seçimleri öncekilerden ayıran iki özellik daha var: İlki Clinton'un oy sayısının %1'e yakın oranda fazla olmasına rağmen seçim sisteminin özelliği yüzünden Trump destekçisi delege oylarının daha fazla olması, ikincisi de Cumhuriyetçilerin Başkan dışında hem Temsilciler Meclisi'nde hem de Senato'da çoğunluğu elde etmesi. Anlaşılıyor ki seçim sistemi kurgulanırken yapılan varsayımlardan farklılık gösteren seçmen yani sosyal taban dinamikleri söz konusu. Bu durum, Trump döneminde sadece ABD açısından değil, dünya açısından da sürpriz gelişmelere hazırlıklı olmak gerektiği anlamına geliyor. Bu arada Trump seçmeninin beyaz olmakla birlikte düşük gelirli kent işçilerinden çok orta gelirli taşralılardan oluştuğu, ayrıca Florida gibi eyaletleri kazanmasına yol açan yaşlı nüfus desteği, kadın oylarını daha fazla alan Clinton'ın ise güvenilir bulunmadığı için yeterince farkı açamadığı, büyük kentlerdeki eğitimli beyaz nüfusun Clinton'a, ama taşradaki göçmen karşıtı muhafazakarların Trump'a yöneldiği de vurgulanmalı. Nihayet, Clinton'ın hoşnutsuzluk doğuran kurulu düzenin ve elitlerin temsilcisi, Trump'ın ise zenginliğine rağmen bu düzenin ve elitin dışında aykırı bir figür olarak görüldüğü de ifade edilmeli. Obama'nın aksine Clinton'ın toplumdan yükselen değişim isteğini sahiplenemediği, kırk yıldır artmayan reel ücretlerin yarattığı hoşnutsuzluğu sıradan halka yansımayan büyüme ve teknolojik üstünlük argümanlarının bastıramadığı, orta sınıfın ve yaşlıların refah kaybına uğradığı, bu nedenle Amerikalıların kendilerine bir katkı sunmayan bu düzenin onarılıp geliştirilmesini değil, yıkılmasını talep etmeye başladığı savunuluyor.

Muhtemel zorluklar ve potansiyel yarar

Trump'ın, dipten gelen bu dalgayı görüp yararlandığı açık. Ancak halkın taleplerini nasıl karşılayacağı belirsiz. Kolay görünen tek alan, eskidiği genel kabul gören altyapının yenilenmesi. Ne var ki altyapıya yönelik kamu yatırımları, sadece niteliksiz işgücüne yönelik bir istihdam imkanı sağlıyor ve geçici nitelikte. Diğer söylemlerini, sözgelişi uluslararası entegrasyonlar ve ticaret anlaşmalarına, aynı zamanda yaratıcı beyinleri cezbedip teknolojik üstünlüğe katkı yapan göçmen politikasına karşıtlığını ve vergide ciddi indirim yapma isteğini nasıl hayata geçireceği ise bilinmiyor. Kamu harcamaları ve vergi indirimleri ile artacak bütçe açığının şimdiden zıplamış olan tahvil faizlerini daha da arttırması, FED'in de bu durumda faiz artırımı kararını hızlandırması muhtemel. Bu takdirde başta Türkiye bütün kırılgan ülkeler için zor günler başlayacak.

Ancak Trump'ın her söylediğini yapması mümkün değil, kendi partisinin kongredeki yöneticilerinin dahi belli alanlarda önüne set çekmesi beklenebilir. Buna karşılık Trump döneminin asıl yararı, küresel kapitalizmin 2008 krizinden sonra içine girdiği ve hala kurtulamadığı tıkanıklığı ve sosyal yansımalarını çözecek, teknoloji ve refah ikilemini ortadan kaldıracak bir paradigma değişikliği arayışını hızlandırması olabilir. Neoliberal politikaların sıradan halka da yarar sağlayacak şekilde revize edilmesi zorunlu. Bu yeni paradigma, bizim Türkiye için hep önerdiğimiz kaynak dağılımını kaliteli eğitimle sağlanacak fırsat eşitliğine ve girişimciliğe/inovasyona yönlendirme rotasıyla da çakışıyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019