Trajediden komediye
Baran BOZOĞLU
İstanbul’da 18 Temmuz 2017 tarihinde yaşanan selin afete dönüşmesi, ciddi maddi manevi kayıplara neden olmasının yanında akıllı telefonlar ve sosyal medya aracılığıyla da “trajik” görüntülerin hızla yayılmasına neden oldu. 27 Temmuz’daki selde ise bu “trajedi” “komediye” dönüştü. Bununla birlikte kamuoyunda “taşkınlara, sellere ne kadar hazırlıklıyız?”, “iklim değişikliğinin etkileri neler olacak?”, İstanbul özelinde ise “en az deprem kadar tehlikeli afetlere maruz kalabiliriz” gibi önemli tartışma başlıkları ve sorular oluştu.
Meteorolojik olaylar dünyanın gerçeği, bin yıllardır yaşanıyorlar. Sel ve taşkın aslında dünyanın her yerinde, kentinde, köyünde yaşanabiliyor. İklim değişikliği ile sıklığı ve şiddeti artıyor. Asıl sorun ise yaşanan bu meteorolojik olayın afete dönüşmesi; yani insanlara ve insanların ürettikleri yapılara maddi ve manevi zarar vermesi. 18 Temmuz’da İstanbul’da metrekareye saatte 65 kg ile 110 kg arasında yağış düşmesi ve 27 Temmuz’da metrekareye 20 dakikada 30 kg yağış düşmesi sonucu oluşan sel ve taşkın, tıpkı 2009’da Borçka’da, 2010’da Rize’de ve 2015’de Artvin’de olduğu gibi afete dönüştü. Bu olaylarda insanlar maalesef yaşamlarını yitirdi, ciddi maddi kayıplar yaşandı. 2015’de Artvin’de yaşanan olayla ilgili BBC’ye yaptığım açıklamada kentleşme pratiğine dikkat çekmiş ve Hopa’nın Sundura Mahallesi’nin, su tutma alanı olduğunu, ancak buranın imara açıldığını, zararın bu bölgeyle bağlantılı olarak arttığını belirtmiştim. İstanbul’daki sel ve taşkının afete dönüşmesinin de aslında bu gerekçeden farkı yok.
Neden?
Yağışın insanlara zarar vermesini azaltmak için suyun toprakla, ağaçla, denizle, dereyle, yer altı suyuyla buluşması gerekiyor. Bu sağlanamadığı zaman su akıyor ve yatağını kuşkusuz buluyor. Eğer, toprağı kent merkezinde azaltırsanız, ağacı, ormanı azaltırsanız, bununla da yetinmeyip dereleri ıslah ediyorum diyerek etrafını betonlarla çevirirseniz hatta dere yataklarına beton yapılar dikerseniz büyük zararlarla karşılaşırsınız. Peki, bu basit bilgiye rağmen neden, betonu artırmaya, toprağı azaltmaya, ağaçları yok etmeye, dere yataklarını imara açmaya hatta derelerin üstünü kapatmaya ve üzeri kapatılan dereyi imara açmaya devam ediyoruz?
Soruya hepimiz birçok farklı cevaplar verebiliriz. Cevapların hepsi doğrudur. Hızlı “kalkınma” kaygısı, hızlı “para kazanma” uğraşı, hızlı “rant” edinme sevdası, hız… Bir cevap hız… Diğer cevap “bilgisizlik” olabilir. Bir diğer cevap, ucuza konut üretme kaygısı olabilir. Göç ile birlikte İstanbul’daki konut ihtiyacındaki artış da cevap olabilir. Örneğin, fizibilite çalışması için mühendislik yatırımı yapmamak ya da olası önlemler için maliyet yaratmama isteği. Plansız kentleşme başka bir cevap olabilir. Taşeronlaşma da başka bir cevap.
Şimdi birkaç cevabın detaylarına girelim:
Planlama
Gerçekten plansız mı kentleşiyoruz? Plan nedir? Neleri içermelidir? gibi sıkıcı tanımlara girmeyeceğim. Sadece bir gerçekle yüzleşelim. Türkiye plansız değil. Her yerde bir plan var. Kentlerin üst ölçekli alt ölçekli planları, kalkınma planları, strateji planları, iklimle ilgili uyum ve eylem planları. Bazen lüks otellerde, bazen AB destekli projelerle, onlarca “atölye çalışması” ile planlar oluşturuluyor. Bazen bu atölye çalışmaları da yapılmayabiliyor… Kent içerisindeki yapılaşmaya dair olan planlar ise ilçe belediye meclislerinde, büyükşehir belediye meclislerinde her an değişikliğe uğrayabiliyor. Revizyon üstüne revizyon… Her revizyonda betonlaşma, yapılaşma ve kat miktarı artıyor. Ağacı, toprağı, parkı arttıran, buna karşın betonu azaltan revizyonlar ise bir elin parmaklarını geçmez. Durum öyle vahim ki, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarında, tesislere dair bilgi verilirken, planda henüz yok ancak plana işletilecektir diye taahhüt verilebiliyor. Özetle, plansız asla değiliz; ancak planlarımız kamu yararından uzak, oldukça kısa süreli ve hatta bazen birkaç haftalık.
Taşeronlaşmanın kontrolsüzlüğü
Alt yapı ve üst yapı gibi hizmetlerde devletin doğrudan projelendirme ve inşaat işinden hızlıca çekilmesi ve bu işleri taşeronlar vasıtası ile yapması AB, ABD, Japonya gibi ülkelerdeki gibi kamu maliyetlerinin azaltılması açısından bir yöntem, meselenin iktisadi boyutuna, doğruluğuna yanlışlığına girmeyeceğim.
Bu yöntemde, taşeronların yapacağı işlerin iyi planlanması, iyi projelendirilmesi, doğru fiyatlandırılması ve mutlaka çok detaylı bir biçimde olmak kaydıyla, yetkin insanlar tarafından kontrol edilmesi gerekiyor.
18 Temmuz ve 27 Temmuz tarihinde İstanbul’da yaşanan sel ve taşkında dikkat çeken görüntüler vardı.
Ankara’da olduğu gibi düşük yoğunluklu bir yağışta dahi köprü altlarında, metro istasyonlarında yoğun su birikmeleri yaşandı. Kanalizasyon suları kentin her tarafını kapladı. Hatta bazı evlerin tuvaletlerinin taşmasıyla beraber atık sular evleri bastı. Bu olaylar, rögar kapaklarının nasıl ve nerelere koyulması gerektiğinin öneminden, kanalizasyon sisteminin 100 yıllık projeksiyonlarla yapılandırılmasına, yağmur suyu toplama ve kanalizasyon yapılarının ayrılmasından, gider çaplarının bu olası sel durumlarına göre belirlenmesinin öneminden, köprülerin ve metroların su akarlarının eğiminin doğru yapılmasına kadar birçok ve aslında basit, ufak yatırımlarla, bilimsel hesaplamalarla, mühendislik faaliyetleri ile çözülebilecek sorunların dahi çözülemediğini gösterdi. Rögar kapaklarının yapıları ve eğimi, köprü altlarındaki su akarlarının durumu acaba taşeronların inşaatı yapma sırasında ilgili kurumlarca ne kadar dikkatli ve detaylı kontrol edildi? İki cevap var ve her iki cevap da aslında bize sorumluları işaret ediyor. Toparlarken, şimdi bahsedeceğim iki olay dikkat çekici ve çok manidar. Bu manidarlığın etkilerini bakalım birkaç ay içerisinde görebilecek miyiz? 18 Temmuz’dan sonra ve 27 Temmuz günü, sel afete dönüşmüş; dolu, araç camlarını parçalamadan biraz önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Çevre Düzeni Planı Revizyon Çalışmaları’na dair paydaşlarla toplantı, atölye çalışması yapıyordu. Bakalım bu iklim olayları planlara girebilecek mi? Risk değerlendirilebilecek mi? Bu en büyük temennimiz.
11. Kalkınma Planı’na dair Başbakanlık Genelgesi, 29 Temmuz’da yayımlandı. Kalkınma planına dair güzel, önemli, umut verici konular vardı genelgede. Ancak ne genelgede, ne de ihtisas komisyonları ve çalışma komisyonlarında iklim değişikliği başlığı maalesef yoktu. İklim değişikliğini en üst ölçekli başlık yapmamız, bütün planları, projeleri, politikaları buna dair belirlememiz gerekirken. Dilerim bu eksiklik giderilir. Özetle, hep söylediğimiz gibi afeti değil riski yönetmeliyiz…