Titanic’in kaptanı ve dış politikamız
“Özgürlük dediler ve bizi öldürdüler”
Bir hastanenin “check-up” bölümünde idik. Eşime eşlik ediyordum. Öğlene doğru genç bir karı-koca, çocukları ile geldiler. Çocuklardan birisi 4-5 yaşlarında bir erkek, diğeri ise 7-8 yaşında bir kız çocuğu idi. Eşim, yanına oturan erkek çocuğa takılmak istedi. Çocuk, hemen babasının yanına kaçtı. “İsmin nedir senin?” diye ilişkiyi tamir etmek istedim. Babası İngilizce “Anlamaz” dedi. Baba ile konuşmaya başladım.
Suriye’den dört yıl önce kaçmışlardı. Genç adam anlatmaya başladı: “Biz Halep’in kırsal kesimindeniz. Bütün akrabalarımız öldü. Biz canımızı zor kurtardık” dedi. “Ne iş yapardınız?” diye sordum. “Halep’te hediyelik eşya satan bir dükkanım vardı” dedi. “Burada ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum. “Sultanahmet’te hediyelik eşya satan bir dükkanda çalışıyordum. Ama son bir yıldır işler orada da iyi değil. Gelen turistlerin kalitesi düştü” diye ekledi. Şimdi Kanada’ya göçüyorlardı. Sağlık raporu için gelmişlerdi; vize için son formaliteleri yerine getiriyorlardı. Kadın, bir Ortadoğu kadını idi. Konuşmalara girmedi. Belki de İngilizce bilmiyordu. Ama gözlerindeki yorgunluğu ve yeni bir maceraya atılmanın tedirginliğini görebiliyordum.
Bizim işimiz bitmişti. Ayrılmadan Suriyeli babaya sordum. “Altı yıl öncesine dönmek ister misiniz?” Gözleri doldu. “Evet. Normal bir yaşamımız vardı. Ama daha özgürlük dediler ve bizi öldürdüler.”
Umut botları
Yukardaki olayı geçen hafta yaşadım. Aşağıdaki manzaralara da geçtiğimiz yaz, Ege sahillerinde tanık oldum.
Ancak savaş filmlerinde görebileceğiniz bir manzara. Gecenin karanlığında ya da sabahın ilk ışıkları ile otobüsler dolusu gelen kadın, erkek, çoluk, çocuk. Zeytin ağaçlarının arasında gizlenerek onları Avrupa topraklarına götürecek umut botlarını bekliyorlar. Derken siyah bir lastik bot yanaşıyor sahile. İnsan kaçakçısı şebekenin son halkası iş başında. Önce erkekleri diziyorlar botun kenarlarına; domates kasasına domates dizer gibi. Sonra kadınlar ve çocukları ortaya koyuyorlar. Botta bir karış boş yer yok. İnsanlar yanlarına fazla bir şey alamıyorlar. Sahilde terkedilmiş sırt çantaları, şahsi eşyalar. İnsanların bir kısmında can yelekleri var, bir kısmında o da yok. Ama görüldü ki can yeleklerinin bir kısmı da sahte.
Kaçakçılar uzmanlaşmış. Erkekler arasından gözüne kestirdikleri birisini dümenci olarak seçiyorlar; onu dümenin başına oturtuyorlar. Umut botuna kaçakçılardan birisi de biniyor. Dümenciye 3 dakikada motoru nasıl kullanacağını anlatıyor. Umut botu ile Avrupa topraklarına doğru açılıyorlar. Seçilen dümenciye işbaşı eğitimi veriliyor. Sahilden 20-30 metre uzaklaşınca kaçakçı yüzerek geri dönüyor.
Motor durmaz, dalgalar botu alabora etmez, Türk ya da Yunan sahil güvenlik yollarını kesmez ise, umut yolcuları adaya ulaşıyor. Yoksa cesetler sahillere vuruyor, televizyonda ve basında çok küçük bir bölümünün resimlerini görüyoruz. Kıyılara ulaşamayanlar şehirlerimizde dileniyor.
Bir yorum
Nasıl geldik buraya? Görünen köy kılavuz istemez; yanlış dış politikalarla geldik. Anadolu’da bir laf vardır “Haline bakmadan, halı dokuyor” derler. Boyumuza pozumuza bakmadan, yabancı bir ülkenin rejimine ayar vermeye kalktık. Onların iç işlerine karıştık. Ortadoğu batağına bulaştık. İşte sonuç; şimdilik nur topu gibi bir göçmen sorunumuz oldu.
Şimdilik göçmen sorunumuz var, diyoruz. Ama daha da tehlikeli sulara giriyoruz. Bir kısım medya şimdi de savaş tam tamları çalmaya başladı. Bu işaretleri ciddiye almak, kaygılanmak gerekir, diye düşünüyorum. Çünkü bu memlekette bir şey olmadan önce oralardan duman çıkıyor. Her aklı başında yurttaşın bizim olmayan bu savaşa hayır demesi gerekir.
Türkiye’nin dış politikası buz dağına çarpmış durumda. “Yurtta Sulh, cihanda sulh” ilkesini unutmuşuz. “Onurlu yalnızlık” diye bir züğürt tesellisi ile bu küresel dünyada yalnız kalmışız. Titanic’in kaptanı da yaşasaydı çok yalnız kalacaktı. Ama “Onurlu bir yalnızlık” diyecek miydi, bilemiyorum...