Tipik bir kutuplaşma mı yoksa iletişim kazası mı?
Günümüz ekonomisi hem pandeminin hem de jeopolitik gelişmelerin etkisiyle çok daha fazla değişkenin ekonomiyi etkilediği bir sürece girmiştir. Ancak geçmişte de görüldüğü üzere hem büyümek hem de enflasyonu düşürebilmek pratikte gayet mümkündür.
Geçtiğimiz hafta TCMB Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sarf ettiği bir cümle çok konuşuldu ve tartışma yarattı. Cümle anlam itibariyle, büyümeden ödün vermeden dezenflasyon sürecini başlatmaktı. Aslında söylenen sözün içeriği gayet net ve gayet de önemli bir amaca hizmet ediyordu.
Ancak yine de eleştiri oklarını üzerine çekmekten kurtulamadı. Peki böylesine olumlu bir cümle neden tepki çekti? Konuya ekonomi teorisi açısından baktığımızda büyüme ile enflasyon arasındaki ilişkiyi en net biçimde açıklayan analizin 1958 yılında ortaya atılan Phillips Eğrisi olduğunu söyleyebilirim. Basitçe ifade edecek olursam burada büyümeyi temsil eden veri istihdam olup, işsizlik ile enflasyon arasında ters orantılı bir ilişki olduğu öne sürülmüştür.
1960’da Richard Lipsey, Phillips’in gözlemsel bir eğri niteliğinde olan ve teorik temelleri olmayan çalışmasına teorik temeller kazandıran düşüncelerini de sundu. Lipsey ortaya koyduğu varsayımlarıyla Phillips’in nakit ücret artışı ile işsizlik oranı arasında kurduğu ilişkiyi derinlemesine inceleyerek talep çekişli enflasyon teorilerine açıklık getirdi ve o tarihten bu yana teorikleşerek, politika yapıcılara bir kılavuz niteliği kazandırdı.
Diğer taraftan 1970’lerde görülen stagflasyon (hem durgunluk hem de enflasyon) eğrinin iddia ettiği sava tezat oluşturmuş olsa da ekonomistler tarafından sıklıkla geliştirilen bir teori halini almaya devam etmiştir. 1977 yılında bu defa konuya monetaristler (parasalcı) el atmış, Milton Friedman tarafından uyarlanabilir beklentiler kavramı ile zenginleştirilmiştir diyebilirim. Buraya kadar anlaşılmaktadır ki; ekonomi teorisine göre büyüme ile enflasyon arasında ne yazık ki bir ödünleşme var.
Peki ‘uygulamada bu ödünleşme geçerli midir’ diye soracak olursanız, işte orada çok farklı etmenlerin işin içine dahil olduğunu ve sadece bu iki göstergenin ilişkisinden kaynaklanan net bir durumun oluşmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. En azından kısa vadede… Türkiye ekonomi tarihi açısından bakılacak olursa 2002 döneminden itibaren yürütülen dezenflasyon sürecinde aynı zamanda büyümenin de gerçekleştirilmiş olduğunu görürüz.
Halihazırda ABD’de yürütülen sıkı para politikası çerçevesinde bile bunu güncel bir biçimde görmek mümkündür ki; enflasyonda belli bir düşüş sağlanmış olmasına karşılık, halen çok güçlü bir istihdam piyasası mevcuttur. Günümüz ekonomisi hem pandeminin hem de jeopolitik gelişmelerin etkisiyle çok daha fazla değişkenin ekonomiyi etkilediği bir sürece girmiştir.
Ancak geçmişte de görüldüğü üzere hem büyümek hem de enflasyonu düşürebilmek pratikte gayet mümkündür. Diğer taraftan tutanaklarda Sn. Erkan’ın aynı zamanda şöyle bir açıklamayı da ifade ettiği anlaşıldı ki onun da özetinde sürdürülebilir büyümeyi sağlamak adına düşük bir enflasyon düzeyine gelinmesinin vurgulandığı görüldü. Sanırım bu ifade ortamı biraz sakinleştirmiş olacaktır ki ondan sonra yorumların daha adilane yapıldığına şahit olduk.
Dolayısıyla bu bir iletişim hatası değil, tam tersine ülkemizde sıklıkla yapılan dinlememe, araştırmama, görmezden gelme, önyargı gibi unsurların bileşiminden oluşmuş bir kutuplaşma konseptiydi. Sözün özü iktisatta öyle fizik yasalarında olduğu gibi deneysel ortamlarda gerçekleşen teorilerin pratikte yüzde 100 doğru olduğunu gösteren kesin kuramlar olmadığı gibi insanlar arasındaki iletişimin de kendine has farklılıkları vardır… Bu farklılıklar kimi zaman ülkemizde maruz kalınan kutuplaşma olgusunu da yaratıyor…
Genel seçimlerden önce farklı düzeyde yaşanan kamplaşmalar belki işin tabiatı gereğiydi ama artık bazı şeylerin siyaset üstü olduğunu bilmemiz ve ona göre tavır almamız gerektiği zamandayız. Örneğin, bu ülkenin kalkınması ve enflasyon illetinden kurtulabilmesi için bir an önce enflasyon beklentilerinde iyileşmeye ihtiyaç var. Ve bu durumun gerçekleşmesi beklentilerin olumluya evrilebilmesine bu da toplumsal dayanışmaya bağlı.
Peki birbirimizi anlamadan, dinlemeden ve işin özünü kavramaya çalışmadan nasıl dayanaşacağız? Yurtdışında bize en haksız notu veren hatta en haksız eleştiriyi yapan kurumlar bile raporlarında pozitif bir yaklaşım benimsemişken, içimizdeki bu kendi kendimizi beğenmemezlik niye?
İster istemez bu soruları soruyorum kendime ve etrafı kazan gibi kaynayan bir coğrafyanın ortasında sağlıklı iletişime, dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu bir kez de bu satırlardan hatırlatmak istiyorum.