The Hurt Locker

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ [email protected]

James Cameron'un Avatar'ına karşı bu kadar Oscar kazanan filmi -her zaman yaptığım gibi vizyondan kalktıktan çok sonra- merakla izledim. İzleyeceğiniz film Pan'ın Labirenti gibi güncelden bağımsız izlenebilirse sorun yok. Ama siyasetin kıyısında, politik ideolojinin kalbinde yer alıyorsa bir süre bekletin derim. Filmin adının anlamı ABD'de bile tartışıldığı için "tam olarak ne diyor?" sorusuna cevap vermeye kalkışmam doğru olmaz. Filmin "kahramanı" -ki tam olarak kahraman sayılmaz; gerçi anti-kahraman da değil- yanındakileri tehlikeye attığı için onları "acı tuzağına" itmiş sayılabilir veya herkesin içinde bulunduğu durum zaten "hurt locker" sayılabilir vb. "Locker" kelimesi çıkışsızlık, ümitsizlik çağrıştırdığı için bir tür çıkmaz gibi düşünülebilir(di). Ancak filmden bu son anlam tam olarak çıkmıyor çünkü olayların aktörleri "bizi buraya kim gönderdi?", "tanrım bizi tuzağa düşürdüler, çıkış yok buradan" gibi düşünmüyorlar. Daha doğrusu "çaresizlik", "tuzağa düşürülmek" gibi nosyonlar çok fazla geri planda kalmış.

Öncelikle filmin "hurt locker" isminden çok daha önemli analiz öğeleri sunduğunu, hatta ismin filme bu kadar onay ve ödül verilmesini hem sağlamaya yarayan, hem de bu sonucun nedenlerini gizleyen bir tür "yanıltıcı isimlendirme" olduğu kanısına vardım. Bigelow, oya gibi işlenmiş denemezse de, üzerinde oldukça düşünülmüş sahnelerle Obama sonrası Amerikan siyasi-ideolojik dünyasının kodlarını başarıyla çözmüş olduğunu gösteriyor. Bu dünyada kimse biteli 7 sene geçmiş Irak savaşını hatırlamak istemiyor; herkes askerlerin Irak'tan çekilmesini bir seviyede istiyor. Obama'nın ana temalarından birisi de bu çekilme hadisesiydi. "Çekilme" artık absürdleşme boyutu kazanan bir Amerikan işgali/varlığı durumundan yeni bir misyona (Afganistan) doğru bir çekilme. Bush'un son döneminin politik filmi, "Demokrat açılım filmi" Lions for Lambs (Robert Redford, Meryll Streep) daha doğrudan politikti ve somut olaylar, insanlar, düşmanlar sunuyordu. Eleştirileri de öyleydi. Bigelow'un filminde bunların hiçbirisi yok. Gerçekten de, filmde durum, konjonktür, dış alem, siyasi nedenler vb yer almıyor. "Bu insanlar neden Irak'tadır", gerçekte kim kimi "hurt locker" a göndermiştir, bombaları koyan düşmanlar veya direnişçiler kimlerdir, ne istemektedirler... Bunlar yok. Elbette bu bir tercih ve, sonuçlara bakarsak (6 Oscar), "doğru" bir tercih.

Detaylara bakalım ve ideoloji nasıl örülüyor görmeye çalışalım. ABD'de hem askeri mahkemelerde, hem de kamuoyunda "Irak'ta yapılanlara" ilişkin inanılmaz olaylar ortaya döküldü, cezalar verildi, "ceza verilen askerler bunu anlayamadılar (genel savunma şu: "herkes yapıyordu, yapılanlar onay görüyordu, neden şimdi, neden biz?"). Kamuoyu Obama'ya doğru gelinirken 2007'den itibaren bir tür "normalleşme" aradı. Mesela Guantanomo'nun sorgulanması bu mealde sayılabilir. Film, bu kadar olay ortaya dökülmüşken sadece bir sahnede, daha sonra "kahramanımızın" elini sıkacak olan bir subay özelinde küçük bir dokundurmayla, bunları adeta es geçiyor. Bu olayda ABD'li subay yaralı bir Iraklı için "başaramayacak" diyor. Yaralının yanındaki ABD'li asker" hafif yaralı, kurtulabilir" dese de komutan "başaramayacak" sözünü tekrar ederek gülüyor. Yani Irak'lı hafif yaralı ölüme terk edilmiş oluyor. Diğer bütün sahnelerde "kahramanımız " ve arkadaşları adeta silah kullanmamaya yeminli gibi davranıyorlar ve sivillere zarar vermemek temel bir prensip gibi sunulmuş oluyor. Bir yandan ABD askerinin yaşadığı dayanılmaz gerilim çok iyi aktarılırken, diğer yandan bu manasız ve askerleri kişisel olarak hiç ilgilendirmeyen uzak gezegende, buna rağmen çok dikkatli davranıldığı mesajı açıkça veriliyor.

"Kahramanımız" ve arkadaşları bir olayda doğrudan ve uzun süreli çatışmaya giriyorlar. Bu vakada da ilginç mesajlar var. Saldırıya uğrayan ve sonunda uzun süreli bir "keskin nişancı" düellosuna giren askerler bu "tuzaktan" başarıyla çıkıyorlar. Ölenler var: ancak bunlar İngiliz! "500.000 pound" için bir tür kelle avcılığına girişen İngilizler ölürken, en beceriksiz görülen ve stres topu halinde dolaşan bir ABD askeri bile düşmanı saptayıp vurabiliyor. Bu sahnede çok eski ve artık hiç inandırıcılığı kalmamış bir Amerikan klişesinin izini sürmek zor değil: "Emperyalist olanlar İngilizler, Fransızlar, biz değiliz".    

Arkadaşlarına sürekli sert ve sürpriz "şakalar" yapan, daha doğrusu her seferinde "sadece şakaydı" diyerek niyetini açıklamaya çalışan "kahramanımızın" bizzat kendisinin "hurt locker" olduğunu, ona dönüştüğünü -ki bu nokta olmasa zaten film "dengeyi" tutturamaz ve Oscarlar hayal olur(du)- vurgulamasının ötesinde, bu "şakacılık" motifi can alıcı bir sahnede politik mesaja dönüşüyor. "Kahramanımız" müttefik bir Iraklı askere/polise "arabada patlayıcı olduğunu nereden biliyorsun?" sorusunu yöneltiyor. Asker "yanlış yere park etmiş ve bagajı çökmüş" cevabını veriyor. "Kahraman" "o zaman git bak" diyor ve Iraklının korkuyla, Arapça bağırarak geri çekildiğini görüyoruz. Kahraman "sadece şakaydı" diyerek arabaya doğru kendisi yürümeye başlıyor. Burada kurucu bir ideolojik öğeye rastlıyoruz: Amerika "orada" ama oralı müttefikleri bile ABD'ye yardımcı ol(a)mıyor, hep olduğu gibi Amerikalılar kendi -ve başkalarının- işlerini görüyorlar. Diğer taraftan, aynı sahne "Irak'ta demokrasi için çok uğraştık; ama işte bu kadar olabiliyor" şeklinde de okunabilir.

"Kahramanımızın" empati kurmaya çalıştığı bir adet (sayıyla 1) Iraklı var: Beckham takma adlı çocuk. Bu adlandırma bile zaten yeterince açık bir tercih. Örneğin, Zidane daha doğru veya gerçekçi olmaz mıydı? Çocuğun öldürülüş biçimi ve sonrasında kahramanımızın, filmin son sahnelerindeki patlama öncesi olanlara bakarsak (zorla bombalara bağlanmış 4 çocuklu bir Iraklı baba ve onu kurtarmaya çalışan Amerikalı sahnesi), reaksiyonu açıklayıcı. "Canlı bombaların" bir kısmının aslında iradeleri dışında canlı bomba olmaya itildikleri görüşü -ki kısmen doğru olma olasılığı çok yüksek- yine post-Obama temaları familyasına giren "revizyonist" bir öğe sayılabilir.

Filmde ölen tek Amerikalı -başlangıçta ölerek yerini kahramanımıza bırakan patlayıcı uzmanı hariç- bir albay. Ancak, albay Yale mezunu bir psikolog/doktor. Aslında bu "Yale" konusu da açık değil çünkü öldüğü sahnede albayın üzerinde terapist gibi çalıştığı er, ölüyü "hey Cambridge" diye arıyor. Yale veya Cambridge, ana mesaj şu: ayağı yere basan, korksa da işini yapan sıradan Amerikalı Irak'ta da ayağını yere basarken, "Cambridge" ne olduğunu bile anlamadığını gösteriyor ve ilk defa tribünden sahaya indiğinde aptalca ölüveriyor. Bir yanıyla gişe için düşünülmüş, diğer taraftan genelde ABD'nin ne yapacağını bilemediğini -nasıl bilsin? Amerika'da bile "rednecks" arasında şoka girecek "Yale" Irak'ta ne yapsın?- kısmen simgeleyen -kısmen, çünkü neyse ki düz askerler var, onlar bilmeseler de yapıyor- bir kurgu.

Sonuç olarak, film başarılı çünkü tamamen bir "Pan-Amerikan filmi". Filmin atmosferi öyle ki Amerikalılara sıklıkla sempati duymamak zor. Ve film 2007 sonrası ABD'deki "siyaseten doğru" ideolojik konfigürasyonun dalları arasında geziniyor. Deşifre etmiyor: onaylıyor ve aynı zamanda "ideolojiyi kuruyor". Tam bir "dönem -hatta konjonktür- filmi". "Gri politik film" kategorisine girebilir ve belki de bu -varlığı  müphem kategorinin- az sayıda örneğinden birisidir.        

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019