Tetrabayt, eksabayt, yottabayt ve gerçek anlama…
Mauren Dowd, buluttaki verilerin somutlanmasını görmek için Ulusal Muhafızların Utah’daki Camp Wilyliams Üssü’nü ziyaret ediyor. The New York Times İnternational /Sabah’taki yazısında “terabaytları” unutmamızı söylüyor. “Eksabaytları”- İnsanlığın başından bu yana topladığı tüm bilgileri birkaç eksabayt içerebiliyor- da unutmamızı istiyor. Gezdiği üste “yottabaytlık” kapasitelerin bulunduğunu belirtiyor. Bir yottabayt, bir septrilyon bayta,yani 500 kentrilyon (500.000,000,000,000.000.000) sayfalık metne denk geliyor.
Harward Business Review’de Andrew Mc Afee ve Erik Brynjolfsson, 2012’de bu yana 2.5 eksabayt veri oluştuğunu, bu verinin her 40 ayda bir katlandığını hesaplıyorlar. Bu, 20 yıl önce internetin tümünde depo edilmiş veriden daha fazla veriye denk geliyor ve bugün her saniye internetten geçiş yapıyor. Yazarlar, ulaşılan durumun şirketleri sadece internetten yararlanmayı değil, tek bir veri grubunda yer alan binlerce tetrabayt veriyle çalışabilme olanağı yarattığını belirtiyorlar. Wallmart’ın müşteri işlemlerinde 2,5 milyon petabayttan daha fazla veri topladığı tahmin ediliyor. Bir petabayt bir trilyon bit veya yaklaşık 20 milyon klasörlük bir metne denk düşüyor.
Dünyamızın önde gelen bilim ve teknoloji insanları, tetrabayt, eksabayt, yottabayt ölçeğinde bilgi stoklamanın yaratıcısı oldular. Şimdi gündemde yeni erişebilirlik koşullarında sosyo-ekonomik yaşamdaki değişim ve dönüşümler var. Daha değişik anlatımla, bilim ve teknolojinin yarattığı bu yeni olanakları, maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını kolaylaştırma ve refahını arttırmada etkili bir araç haline getirme, öncelikli sorunlar arasında yerini ve önemini koruyor.
Bu gelişme düzleminde Atilla İlhan’ın iki dizesinin uyarısına kulak vermek gerekiyor: “Bilmek önemli gerçi/ Asıl iş anlamada!”
Bilgi olanakları alabildiğine artıyor, ama bilgileri anlamaya dönüştürerek, maddi ve kültürel zenginliği nasıl üreteceğimize ilişkin elimizde kapsayıcı bir “kuramsal çerçeve” yok. Olgu haline gelmiş “ deneysel uygulama” da yok gibi. Anlamanın bilgi ve sezgi bazı yeterli olmadığı zaman, aynı olgu üzerinde farklı sözler söylenebiliyor; hayatin öz gerçeğine uygun bir “ortak dil” yaratılamıyor. Ortak dil olmayınca “ayrışmalar ve çatışmalar” artıyor; fizik enerjimiz kadar düş enerjimiz boş yere harcanıyor.
Fred Alan Wolf “Kuantum hakkında” başlıklı incelemesinde “Yaşanan, fakat sözle anlatılamayan varlığı anlamak mümkün müdür?” sorusuna yanıt arıyor. Düşünür, anlamak için kavramlara gereksinim olduğunu ve kavramların da sözle aktarılabileceğini söylüyor. Bu genellemeden yola çıkarsak, gelişmelerin adlandırılması, kavramlaştırma, kavramlardan düşünce üretme ve düşünceleri davranışa dönüştürme sorununa ulaşıyoruz.
Wolf’un düşüncelerinden hareket ederek anlatırsak, gerçek anlamda anlama “katılımla” ile olur. Gözlem yaparak da anlayabiliriz, bu analitik anlama şeklidir ve dialektik mantık kullanarak anlama metodudur. Düşünürün şu saptamasını zihnimize yerleştirelim: “Bu anlama şekli insanı yüceltir, ama onun benliğinde değişiklik yapmaz!”
Benliğimizi değiştirecek olan “katılımcı anlama metodu”dur. Katılımcı anlama metodunda kavramlar birbirinden kesin biçimde ayrılmış değildir; her kavram bir bütünün parçasıdır; karşıtı ile iç içe geçmiş durumdadır. Katılımcı anlama metodunun bir başka özelliği, öznel olması, her bireyin kendi kapasitesi ve yeteneğine bağlı bulunmasıdır. Her bireyin katılabilme kapasitesi farklı olduğu için anlama kapasitesi de türdeş eşya gibi birbirinin benzeri olmuyor.
Wolf, tam olarak anlayabilmek için üç farklı düzeyde gelişmiş olmak gerektiğini söylüyor: Birincisi, “bilgi düzeyi”dir. Anlayabilmemiz için öncelikle bilgi sahibi olmak gerekiyor. Bilgi de dıştan elde ediliyor; gözleme ve açıklamalara dayanıyor. Aileden sokağa, mahalleden dini kurumlara, askeri kurumlardan okullara ve üniversitelere, yaşadığımız toplumun ve dünya insanlarının karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin her alanı bizlere bir şeyler öğretiyor. Öğrenerek bildiklerimizi çeşitlendiriyoruz; bilgilerimiz varsayımlarımızı, zihni modellerimizi değiştiriyor; aklımızın çalışma ve karar verme süreçlerini farklılaştırıyoruz; dialektik mantık yardımıyla da karşılaştığımız sorunları çözümler üretmeye çabalıyoruz.
Tam olarak anlayabilmenin ikinci bileşeni “sezgi düzeyidir”: Öğrenme süreci etken değil, edilgen karakterlidir. Kendimizde öğrenme isteği yaratamıyorsak, en iyi öğretmenin, en etkili araç-gerecin bizim için yapabileceği şey sınırlı. Meraklarımızın peşinde koşuyor, doğayı ve yaşamı anlamaya istekli hale geliyorsak; bu içten gelen dürtü katılımcılığımızı artırıyor; öğrenme düzeyimizi ve anlama netliğimizi yükseltiyor.
Sezgisel anlamada “hisler ve duygular” önemli rol oynuyor. Sezgisel anlayış için “akıl ve mantık” gerekli değil. İnsan sezgisel olarak bir sonuca ulaşıyor; sezgilerini sözle başkalarına da aktarıyor. Sezgilerimiz birikimlerimizin, bilinç düzeyimizin, bakış açımızın, buluş yeteneğimizin, beklentilerimizin ve ürettiğimiz bereketin arka planını oluşturursa yararlı araçlara dönüşüyor.
Tam olarak anlamanın üçüncü bileşeni de “ farkındalık düzeyi”dir : Wolf’un anlatımı ile böylesi bir anlayış, aniden oluşur ve kapsayıcıdır. Farkındalık da dıştan gelmez, sezgi gibi içten gelir; ama sözle ifade edilemez. Söz, farkındalığı anlatmakta yetersiz kalır. Farkındalık da nesne değil özne önem kazanır. Öznenin düşünmeye gereksinimi yoktur, ama “düşüncesiz bir farkındalık da sadece etki tepki mekanizmasını çalıştırmaktan ileri gidemez” .
Bilgi düzeyindeki anlamaya, her yerde rastlıyoruz.
Sezgi düzeyindeki anlamda ise her türlü ‘kehanete” açık.
Farkındalık asıl anlama düzeyidir; sezgiyi kapsadığı kadar bilgiyi da kapsadığı için bütünseldir.
Veri ve bilgi tabanının değişmesi, asıl iş olan anlamanın ilk adımıdır. Veriye erişme, verinin uygun yöntemlerle ayıklanarak “malumata” dönüştürülmesi; malumatın da yine uygun yöntemlerle “bilgi” haline getirilmesi “anlamanın hazırlık aşamalarıdır”. Sezgilerimiz ise birikimlerimizden beslenir; bakış açımız tarafından yönlendirilerek bereket üretiminin aracı haline gelebilir. Anlamanın bu bütünsel özelliğini kavramazsak, büyük verinin yarattığı zenginlik üretme fırsatlarını kaçırabiliriz.
Sezgi ve bilgi sentezi “farkındalığımızı” artırır; gelişmeler karşısında “ alternatif tepki biçimlerini belirlememize” yardımcı olur. “Öngörme ve önlem alma disiplini” de tam da bu süreçten beslenen bir olgudur.
Bilim ve teknolojinin yarattığı fırsatlardan en yüksek oranda yararlanılmasının, tehlikelerin de en az maliyetle atlatılmasının etkin aracı “anlama bütünlüğü” yaratabilmedir. Bilgi yeterli değilse, derinliğine bir anlayış ve kavrayış da mümkün olamıyor. Sezgiler de yetersizse, gerekli katılım için kendini güdülendiremeyen insanlar “anlama sığlığının” batağına saplanıyor. Anlama sığlığı hayatın öz gerçeğine uygun bilgiler yerine günü kurtarmaya dönük duran anlayışla, popüler tutumlara kapı aralıyor. Bilim ve teknoloji verilerin derlenmesi, saklanması, işlenmesi ve yararlı araçlara dönüştürülmesi araçlarını ne kadar geliştirirse geliştirsin zenginlik ve refah üretmek için analitik insan aklına olan gereksinim azalmıyor, tersine alabildiğine artıyor: Tetrabayt, eksabayt ve yottabayt gibi kapasiteleri kullanmak için insan zihni belirleyici olma özelliğini koruyor.
Yaşamın her alanında bilgi bombardımanını zenginliğe dönüştürmek için “analitik yeteneği yüksek insana” ihtiyaç arttıkça, bütün eğitim-öğretim kurumları gibi, üniversiteler de yeniden yapılanma zorunda kalıyor. Geleneksel Humboltçu Üniversite yerini Üçüncü Kuşak Üniversitelere bırakıyor.
Hans Wisssema’nın altını çizdiği gibi üniversiteler, “Bilim temelli, tek disiplinli kurumlar olmaktan çıkarak küresel bilgi merkezi olma yolunda ilerliyor”. Üniversiteler bilgiyi üretmekle yetinmiyor, o bilgileri ticari anlamda zenginliğe dönüştürecek projelerin içinde yer alıyor; uygulamaları da birebir izleyerek bilgide sonuç-odaklı gelişmelere katkı yapıyor.
Sağlıklı bir gelecek planlaması yapılmak isteniyorsa, öncelikle “gerçek anlama” üzerinde daha çok düşünmeli, daha yaygın tartışmalı; fırsat ve tehlikeler ile olanak ve kısıtlarımızın nasıl dengelenmesi gerektiğine ilişkin daha çok kafa yormalıyız.