Teşvik, çeşitler ve hastalıklar
Birkaç haftadır sizlerle dış ticareti teşvik konusundaki düşüncelerimi paylaşıyorum. Yazılarımı takibeden okurlar uygulamalardan pek de hoşnut kalmadığımı anlamışlardır. Dünya'nın her tarafındaki irili ufaklı teşvik kurumları, çoğu büyük bir iyi niyetle uğraşıyor, didiniyorlar. Bir ara Dünya Bankası gibi kurumlar bu örgütlerin artık hiçbir işlevi kalmadığını söylüyorlardı. 2000'li yıllarda ağız değiştirdiler. Hatta bankanın kerameti kendinden menkul bir araştırmacısı "teşviğe yatırılan her bir doların 40 dolarlık ihracat getirdiğini" ileri süren bir araştırma bile yayınladı. Bu araştırmacıyı Hollanda'nın Haag (Hague) kentinde başkanlığımda organize edilen Dünya İhracatı Teşvik Kurumları toplantısına davet edip konuşmasını istemiştim. Toplantının moderatörü olan ünlü bir gazeteci kahve molasında bana "Ben bu işten hiç anlamam ama bu konuşmacı ne dediğini biliyorsa, ben de maymunların amcasıyım" diyerek bir eleştiri getirmişti. Bu toplantı 2009 yılında yapıldı. Geçen hafta yıl 2012 de Budapeşte'de toplanan Avrupa İhracatı Teşvik Kurumları yıllık toplantısı da gene bu kurumların ne etkisi olduğu sorusuna cevap aramakla geçti. Ben bu işe 1989 yılında başladım sene oldu 2012 hâlâ "İhracatı teşvik tedbirleri işe yarıyor mu?" diye soruluyor. "El insaf yarıyorsa yarıyor deyin; yaramıyorsa bu işleri bırakın artık" desem haksız mı olurum?
Sorunun cevabını vereyim. İşe yarayıp yaramadıkları bilinmiyor, çünkü ölçülmüyor. Niye ölçülmüyor? Bin sebebi var. Hani İstanbul Boğazından geçerken kendisini top atışıyla selamlamayan hisar komutanına kızan padişah yaka paça huzuruna getirtmiş ve sormuş ya: "Bre Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz neden devletlüyü selamlamazsın?" Komutan da "Bin sebebi var devletlüm" demiş. Padişah "Say" deyince saymaya başlamış "Bir barut yok." Padişah "Yeter demiş" ve gerisini dinlememiş. İhracatı teşvik tedbirlerinin etkinliklerinin ölçülmesinin yapılmamasının bin sebebinden ilki işte öyle: Niyet yok. Niye yok anlatması uzun hikaye. Budapeşte'de Avrupa'nın her tarafından gelen delegelere anlattım. Önerilerimi uygulayan bir dış ticareti teşvik kurumu da bu iş nasıl yapılacak uzun uzun anlattı. Biz dönelim konumuza.
Devletin dış ticareti teşvik adı altında şirketlere hedef pazar göstermesine ve kaynak aktarımı yapmasına genel olarak katılmadığımı defalarca yazdım. Stratejiler, yani kime ne satılacağının tanımlanması ve stratejik planlama yani stratejinin uygulanması için gerekecek kaynakların saptanması ve bulunması şirket yönetimlerinin asal sorumuluğudur. Delege edilemez, başkasına bırakılamaz. Devletler şirketlerin strateji tasarlamalarına bu konudaki bilgi ve beceri birikimini arttırarak yardımcı olmanın ötesine gitmemelidir.
Gelelim şirket stratejilerinin uygulanabilmesi için gereken kaynakların temini ve şirket işlevlerine dağıtılmalarına. Stratejilerin tasarımına yardımını sadece beceri arttırmayla kısıtlamasını önerdiğim devlet bu konuda ne yapmalı? Senelerdir kavgasını yaptığım bir konu var. Devlet kaynak dağıtmakla yükümlü değil kaynağı yaratmakla yükümlüdür. Dağıtım bir başkasının işidir. Şöyle açıklamaya çalışayım. Diyelim ki şirketler stratejilerini tasarladılar ve kaynak ihtiyaçlarını saptadılar. Kaynaklardan herkese yetecek kadar olmuş olsa zaten hiç bir tedbire, mekanizmaya, prosedüre gerek kalmayacak. Ama bu mümkün değil. Dolayısıyla gerek duyulan kaynaklar her zaman elde olanın üstündedir. Diyelim ki bu stratejilerin uygulanabilmesi için ülke çapında 100 tane Portekizce konuşan adama ihtiyaç olduğu belirlendi (insan kaynakları). Devlet de baktı ki ülkede 60 tane Portekizce konuşan adam var. Ben diyorum ki devlet bu 60 kişiyi kime tahsis edeceğine karar vermek için örgüt kurup prosedürler arayacağına, eksik kalan 40 kişiyi nereden bulacağının stratejisini tasarlamalıdır. O altmış kişinin dağıtım işini yapacak başka kurumlar bulunur. Devletin "60 kişiyi kime verelim" diye sistemler geliştirmesi arzı arttıramadığı için talebi kontrol eden merkezi planlama dönemlerinden kalma bir hastalıktır. İsterseniz yüz tane Portekizce konuşan adam lafını 100 dolar olarak değiştirin. Elde 60 lira varsa bunu nasıl dağıtacağız diye düşünmek yerine 40 lira daha nereden bulacağızın planları yapılmalıdır. Altmış liranın dağıtımı işi devlet işi değildir. Bu konuda aslında söylenecek çok şey var ama yerimiz ve vaktimiz dar. Bu nedenle Budapeşte'de teşvik kurumları yöneticilerine söylediğimi söyleyerek bu konuyu kapatayım: Bu işten çıkın. Kaynağınız çoksa bunları dağıtacak özelleşmiş kurumlara verin onlar dağıtsın.
Şimdi gelelim geçmiş yazılarımda bahsettiğim işletmeci becerilerinin arttırılma işine. Bu işin de devlet tarafından değil taşaronlar aracılığı ile yapılmasını daha etkin ve etkili gördüğümü yazmıştım. Ancak bu yöntemin de büyük birkaç sorundan dolayı, en azından benim gezip gördüğüm yerlerde, çalışmadığına da dikkat çekmiştim. Bir sorun taşeron seçimindeki nereden geldiği belli olmayan kıstaslar kullanılması bir diğeri de şu veya bu şekilde seçilen taşeronların her birinin bir başka saz çalmalarıydı. Birçok teşvik kurumu bir yanda taşeron seçmek için yönetmelikler hazırlarlar, bir kısmı daha da ileri giderek taşeronların neyi nasıl anlatacaklarını da kayda kuyda bağlamaya çalışırlar. Bunların ikisi de emek israfıdır ve bir işe yaramaz. Şirketlere ihracat becerisi kazandırmak isteyen kişi veya kurumların akreditasyonu için devletin uğraşmasına gerek yoktur. Güney Afrikada seneler önce denediler çalışmadı. Şimdi sorsanız oralarda kimse hatırlamaz o sistemleri. Demişler ya "Akıllı adam hatalarından çok akıllı adam başkalarının hatalarından öğrenir" diye. O zaman ne yapmalı?
Teşeron sisteminin neden çalışmadığı belli. Bu sistemler işletmecilik konusunun üç genel hastalığına çözüm getirmeden yerleştirildikleri için başarılı olamıyorlar. O hastalık ise işletmeci eğitimi (education) ile yönetici talimi (training) kavramlarının ayırdedilmemiş olması, işletmeci-işletme ve işletmecilik sahalarının çorba edilmesi ve hem eğitimde hem talimde ne yapılacağının, nasıl yapılacağının veya yaptırılacağının fena halde birbirine karıştırılması. Bu hastalıklara, özellikle sonuncusuna çare bulamıyan sistemler başarısızlığa mahkumdurlar. Bu önemli üç hastalığa önümüzdeki haftalarda değineceğiz.
Sağlıcakla kalın