Teşhis kolay, eylem zor
Memlekette olup bitenlere ve yazılıp çizilenlerin içeriğine bakınca, yıllardır savunmaktan, bazen yinelemekten bıkmadığım düşüncelerimde ve önermelerimde yanlış yapıp yapmadığımı, bu toprakların ve üzerinde yaşayanların potansiyelini abartıp abartmadığımı sorgulamak kaçınılmaz oluyor. Bilgisine ve muhakeme yeteneğine değer verdiğim bazı kişilerin daha kanaatkâr olmak (sözgelişi düşük büyüme ile yetinmek) anlamına gelen yorumlarıyla kuşkularım daha da yoğunlaşıyor. Ama kırk yılı aşkın az tatilli ve firesiz çalışma hayatımı, bu süre içinde devlet, toplum ve şirketler üzerine sadece Türkiye'yi değil başka ülkeleri de kapsayan deneyimlerimi düşününce "yenilen pehlivan güreşe doymaz" misali defalarca düş kırıklığına uğradığım kuruntularıma avdet etmem uzun sürmüyor.
Fatura yüklü, söylem yetmez
Eskiden yurtdışında olduğumda ya da dış basını izlediğimde Türkiye'nin ne kadar az konu olduğuna, hele olumlu referansların hiç olmamasına hayıflanır, evrensel algılamanın bunca uzağında kalmış olmamıza şaşardım. Çünkü hep rakamlarla, ekonomiyle, mali tablolarla iç içe işler yaptığımdan algının bazen gerçeklerden de önemli olduğunu biliyordum. Sonraları bunu imparatorluk yıkıntılarından yeni bir devlet kimliği çıkarma sürecinin zorluğuna ve içe dönük / korumacı bir kalkınma stratejisinin doğal sonuçlarına yorarak, yani kendimce bir izah tarzı bularak rahatlamıştım.
Ancak 80'li yıllarda ekonomiyi dışa açmamıza ve yeni yüzyılın ilk on yılında gelişmiş dünya standartlarına yaklaşma yolunda önemli bir istikrar ve reform dönemi geçirmemize, üstelik AB ile bütünleşme sürecini canlandırmamıza rağmen bugün geldiğimiz noktada özlediğimiz ve hedeflediğimiz konumun yine oldukça uzağında olduğumuzu gözlüyoruz. Bu nedenle daha yedi yıl öncesinde küresel oyunun başaktörlerinden biri olmasak bile yardımcı aktörlerinden biri olacağımıza neredeyse emin olmuşken şimdi ekonomide de, siyasal ve kültürel alanda da nerede durduğumuz ya da nereye gittiğimiz konusunda karışık duygular içindeyiz.
Geçtiğimiz aylarda yine altını çizmiştim, içinde bulunduğumuz dönem sadece küresel konjonktürün fazlaca dalgalanmasına değil, dünya ekonomik düzeninin omurgasını teşkil eden enerji ve teknoloji sistemlerinin de hızlı bir değişim geçirmesine tanıklık ediyor. Bu değişim belki de yeni bir küresel büyüme çağlayanının patlamasına kadar varabilir. Biz ise konjonktür ile uyum konusunda bile, uzunca bir zamanda beceri ve istikrar kazanmış kurumsal kapasitemizi ve hafızamızı zayıflatacak yararı tartışmalı ve popülist tartışmalar ile vakit geçiriyoruz. Üstelik mevcut sistemler ve değer zincirleri çerçevesinde de katma değer üreticisi ve ihracatçısı değil, ithalatçı ve kullanıcı niteliğinin ağır bastığı yapımızdan kurtulabilmiş değiliz. 2007'den bu yana unutmuş göründüğümüz reform taahhüdümüzü son zamanlarda artarda açıklanan dönüşüm programlarıyla söylem düzeyinde yeniliyoruz ama gecikmenin faturası şimdiden ortaya çıkmış durumda. Mevcut yapı, bizi önümüzdeki yıllarda (2023 perspektifinin gerektirdiği yüksek oranları bırakın) potansiyel büyüme oranının, hatta küresel büyüme ortalaması olan yüzde 4'ün altında bir büyümeye razı olmaya zorluyor. Kendimizi ön saflarında saydığımız yükselen ülkelerin yüzde 6'yı aşan büyümesinden de negatif ayrıştığımızı unutmamak lazım. Son iki yılda bizden hızlı büyüyenler sadece Çin ve Hindistan gibi potansiyeli büyük devler değil; Şili, Malezya, Endonezya, Peru ve Kolombiya da öyle. Muhtemel bir yeni teknolojik devrime gelince, onun da öncülerinden biri olmayacağımız ve ancak bütün dünya ile birlikte dolaylı yararlarını göreceğimiz, yani göreli bir avantaj sağlayamayacağımız artık belli.
Yanlış tesellileri bırakmalı
Durumun böyle olduğunun farkındayız ama açıkça kabullenmeye yanaşmıyoruz. Bu da kendimizi yeniden konumlandırmamızı ve kolektif bir irade ve ortak gündem ile tepki vermemizi geciktiriyor. İşin tuhafı, düşük büyüme yörüngesine girişimizi haklı göstermek istercesine gelişmiş ülkelerden daha hızlı büyüdüğümüzü vurgulayıp duruyoruz. Oysa bizim içinde olduğumuz sorunları çoktan aşmış ve birkaç kat üzerimizde refah düzeyine ulaşmış ülkelerin yavaş büyümesi doğal. Sorunları da farklı nitelikte.
Hatta tarihsel nedenlerle küçümseme eğiliminde olduğumuz Yunanistan'ın yaşadığı sıkıntıyı da yanlış değerlendiriyor gibiyiz. AB'ne erken girmiş olmanın sağladığı imkanlarla ve biraz da bunları istismar ederek bizim üç katımız bir refah düzeyine erişmiş olması bir yana, bu refahın birkaç bin dolarını yitirmesine yol açan mevcut krize onu götüren hatalar bizim de bir türlü terk edemediğimiz hatalara oldukça benziyor. Saydamlık, kurumsal altyapı, vergi reformu ve üretkenlik alanlarında gösterdiği ihmalin bedelini ödüyor. Onların bize göre şansı, hak etmedikleri bir zenginliğe zaten ulaşmış ve şimdi onun bir bölümünü geri vermek zorunda kalmış olmaları.
Gecikmeyi telafi etmeliyiz
Kendimize dönersek, teşhisi doğru yapsak da şu veya bu nedenle (onlara girersek yazı uzar) doğru yol haritasını özümseyip uygulamaya kendimizi ikna edemiyoruz. Bunu sadece biz söylemiyoruz, yönetimdeki kadrolar da ifade ediyor. Geçen hafta DÜNYA'daki söyleşisinde iktidar partisinin önde gelen ve deneyimli parlamenterlerinden ve TBMM Bütçe Plan Komisyonu Başkanı Recai Berber, yapısal reformlardaki yavaşlama ve gecikmeyi açıklarken “işler iyi giderken yani genişleme döneminde bunları yapmanın zor olduğunu, sonra da konjonktür sorunları çıktığı için buna imkan olmadığını" söylüyordu.
Şirketlerimize gelince, gecikme ile de olsa verimlilik ve rekabetçilik gereğinin farkına varmaya başladılar ve küreselleşiyorlar ama bunu da daha çok pazar ve maliyet kaygısıyla yapıyorlar. Henüz teknoloji transferi ve küresel değer zincirlerine eklemlenme aşamasına gelmeleri zaman alacak. Bu konu ayrıca ele alınıp irdelenecek kadar geniş, ayrı bir yazı konusu.