Temel ekonomik sorunumuz değişmedi
Bu köşede birkaç yıldır dile getiriyorum. Türkiye, ekonomide yeni bir atılım yapmak istiyorsa, atılacak ilk adımlar ekonomi alanında değil. Neler yapılması gerektiğini sağduyulu herkes biliyor; uzun uzun saymaya gerek yok. Sadece şunu söylemek yeterli: Türkiye'yi ciddi uluslararası basında artan oranda dile getirilen bir konumdan kurtarmak gerekiyor: Gazetecilerin düşünceleri nedeniyle hapis yattıkları bir ülke olmaktan çıkaracak kapsamlı demokratik adımlara ihtiyaç var. Özgürlükler, hukuk sistemi, kanun hakimiyeti, barış… Bu alanlarda ardı sıra gözlenecek olumlu gelişmeler Türkiye ekonomisini şu anda bulunduğu konumdan çok farklı bir yere getirecektir.
Bunlar yapılıyorken, ekonomik alanda Türkiye'nin mutlaka çözüm bulması gereken ilk sorun ise tasarruf sorunu. Biliyorsunuz; milli gelir serileri geride bıraktığımız yılın sonuna doğru yeni bir yöntemle hesaplanmaya başlandı. Hem milli gelirimiz eski hesaplama yönteminden elde edilene göre önemli ölçüde yükseldi. Hem de 2010'dan bu yana büyüme oranlarımız belirgin biçimde arttı. Bu konudaki düşüncelerimi bir dizi yazıda kaleme aldım; dönmeyeceğim.
Milli gelirimizin eskisinden daha yüksek olmasının bir nedeni de yatırımların eski seriden elde edilene göre daha fazla olması. Öte yandan, yatırımlar ile tasarruflar arasındaki farkın cari açığa eşit olduğunu biliyoruz. Cari açığımızın milli gelir hesaplama yöntemiyle bir ilişkisi yok; dolayısıyla değişmedi. Buradan çıkan sonuç şu: Cari açık aynı ise, yeni milli gelir hesaplama yöntemi ile yatırım daha yüksek bir düzeyde bulunduğuna göre tasarruflarımızın da (eskisine göre) daha yüksek olması gerekir.
Zaten de öyle. Eski hesaplama yöntemine, son yıllarda göre milli gelirimizin yüzde 14'ü gibi çok düşük bir düzey etrafında salınan tasarruf oranı, yeni hesaplama yöntemine göre (2015-2016 döneminde) milli gelirimizin yüzde 25'i düzeyinde. İşte bu artışa karşın (ne kadar doğru ölçüldüğü çok önemli ama tartışmıyorum) hala ekonomik açıdan en büyük sorunumuz düşük tasarruf oranımız. Eski seriye göre 'çok düşük' tasarruf oranıydı, şimdi 'düşük' tasarruf oranı oldu. 'Çok' nitelemesinin kalkması temel sorunumuzu değiştirmedi: 2008-2016 dönemindeki ortalama tasarruf oranımız yüzde 22.3. Aynı dönemde, yükselen piyasa ekonomilerinin ve gelişmekte olan ülkelerin ortalama tasarruf oranı ise yüzde 32.7. Bizimki 10.4 puan daha az.
Tasarruf oranı düşük olunca, iddialı olmayan bir yatırım düzeyini bile finanse edemiyoruz; yurt dışından borçlanmak zorunda kalıyoruz. Oysa yurt dışından alabileceğimiz borç miktarı sadece bizim uyguladığımız politikalara bağlı değil -ki yazının başında kısaca değinildiği gibi onlarda büyük sorun var, kontrol edemeyeceğimiz dış koşullara da bağlı. Bu gerçek, Türkiye ekonomisini yabancı finansal yatırımcıların risk alma iştahındaki değişikliklere karşı çok duyarlı hale getiriyor. Önce döviz kurunda ve piyasa faizlerinde önemli oynaklıklar yaratıyor. Risk alma iştahı azalıyorsa mesela, faiz ve kur artıyor. Bu artış sonra da çeşitli kanallarla tüm ekonomiye yayılıyor; işsizlik yükseliyor.
Tasarruf sorununu iki düzeyde ele almak gerekiyor. Kamu kesiminin tasarrufları ile özel kesimin tasarrufları. Kamu kesiminin tasarruf oranını nasıl artırabiliriz? Kayıt dışı ekonomiyi azaltıcı adımların kamu tasarrufunu yükselteceği açık. Ama siyaseten zor bir iş. Özel tasarruf oranını yükseltmek ise öyle kolay değil. Ama en azından ne yapmamamız gerektiğini biliyoruz:
Enflasyonun altında bir faiz oranı, insanlara tasarruf etmeyin demekle eş anlama gelir. Bundan kaçınmak gerekiyor. Neyse… Zaten neler yapılabileceği daha önce bu köşede sıkça tartışıldı; uzatmayayım. Bu yazı açısından önemli olan şunlar. Bir: Asıl atılması gereken adımlar ekonomi alanında değil. İki: Ekonomi alanında ise, ilk ele alınması gereken sorun, tasarruf sorunu.