Tehditleri motivasyona dönüştüremiyoruz
Tam da tahmin ettiğimiz gibi oldu, yeni yılın ilk iki haftası hayatın takvimle değişmeyeceğini doğrularcasına aynı belirsizlikler, soru işaretleri ve kaygılarla başladı. 2016’yı daha kötüsünün olamayacağı bir yıl olarak nitelememize yol açan özellikler olduğu gibi duruyor. Hatta daha da kötü denebilir, çünkü hep sığ ve kısa vadeye odaklı olmasından yakındığımız gündemimizin ağırlığı daha da daralıp pek çok olumsuz faktörün kristalize bir yansıması gibi görünen bir gelişmeye, Türk Lirası’nın değerinde roket hızıyla oluşan çakılmaya kilitlendi. Tabii bir de içeriğinden dolayı neredeyse bir magazin haberi gibi izlenmeye başlanan TBMM’deki Anayasa tartışmaları ve referandum oylamaları var. Ama onun ekonomik gelişmelerle ilgili olumlu bir etkisi olması, en azından uzunca bir süre için, söz konusu değil. Ayrıca referandum ile birlikte üç ay kadar devam edecek olan bu süreç sonrasında sistemde öngörülen köklü değişikliklerin devletin yeniden yapılanması için çok daha uzun bir zaman gerektireceğini de hesaba katmalıyız. Yani zaten iç-dış güvenlik sorunları ve jeopolitik risklerle uğraşma durumunda olan kamu otoritesinin aynı zamanda yapısal zaafl arı gidermeye ve başta kredi derecelendirme kuruluşları olmak üzere gözlemci ve yatırımcı algısını düzeltmeye yönelik kararlı bir reform programını en azından 2017 yılında hayata geçirmesi muhtemel görünmüyor.
Aciliyet duygusu ve kültürel kimlik
Bu arada öteden beri dikkat çekmeye çalıştığım bir başka toplumsal özelliğimiz, şimdilerde yakın geleceği öngörmeye çalışırken iyimser olmayı zorlaştıran bir faktör olarak öne çıkıyor kanaatimce. Bunca tehdit ve riskle baş etme açısından zorunlu olan toplumsal birlikteliğin gerektirdiği farklı sosyal kesimler arasında ortak değerler bağlamında durumumuz hiç de parlak değil. İç ve dış tehlikeler karşısında en önemli koruma kalkanı, çıkarları, gelir ve refah düzeyleri, etnik ve dinsel kimlikleri, öncelikleri farklı olsa da toplumda herkesi kapsayan geniş bir ortak paydanın, idealler, tutkular, ahlaki değerler anlamında bir duygudaşlığın varlığı. Oysa bizde, son yıllarda iyice görünür hale gelen bir kopuş ve parçalanma eğilimi var. Terör ve savaş gibi olağanüstü durumlar dışında kolektif uzlaşma iradesi ortaya çıkmıyor. Ben buna kısaca kültürel kimlik zafiyeti diyorum. Bu zayıfl ıkta önemli bir etken de bilim, sanat ve sporda evrensel standartların çok gerisinde bir performans gösterişimiz, ortak gurur simgeleri yaratamayışımız olsa gerek. Siyaset ve sivil toplum da giderek keskinleşen, sadece gündemi değil düşünceleri de sığlaştıran bu zafiyeti yeterince önemsemiş değil.
Aslında bu konuyu bana yeniden çağrıştıran vesile, yurt dışında yaşayan bir dostumun mesajı oldu. Benim ülkedeki kurumsal yapı ve şirket performansları ile ilgili tespitlerimi, ayrıca ülkede ekonomik gündem tartışmalarını izlediğini, başka ülkelerdeki başarı hikayeleri incelendiğinde konuya diğer bir açıdan yaklaşılabileceğini söylüyor. Başarı hikayelerinin genelde “start-up nation” denilen kavram ile özdeşleştiğini (biz bunu girişimci ve yenilikçi toplum diye Türkçeleştirebiliriz), kısaca araştırma- geliştirmenin milli gelir içindeki oranı ile ölçülen bu özelliğin temelde “sense of urgency”ye (yani “aciliyet duygusu”na) sahip olunmasından destek aldığını, böyle toplumlarda sürekli bir koşturma ve hız gözlendiğini ifade ediyor. Bu duygunun oluşumunu ve topluma yaygınlaşmasını da çevresel faktörler ve tehditler ile açıklıyor. Gerçekten de, yakın geçmişte milli gelirlerine oranla en fazla arge yapan üç ülkeyi ele aldığınızda Japonya’nın Çin, İsrail’in İran ve Filistin, Güney Kore’nin de Kuzey Kore tehdidini sürekli hissettiklerini yadsımak mümkün değil. Yine başarı örnekleri olan Almanya’nın ikinci dünya savaşı yıkımının ardından müthiş dönüşümü, hatta Kanada’nın dünya ticaret yollarından uzaklığını tehdit gibi algılayıp strateji kurgulaması aynı bağlamda sayılabilir. Ancak şurası önemli ki başarının anahtarı tehditlerin varlığında değil, ülkenin bunları bir dışsal motivasyon olarak kullanıp iç dinamikleri biçimlendirme ve hareketlendirme becerisinde. Acemoğlu’nun teziyle birleştirirsek, ülkedeki kurumların (eğitim, hukuk, vergi, finans, yönetişim vs) kalitesini geliştirip güçlendirme yeteneğinde. Bu da büyük ölçüde toplumsal uzlaşma sağlanmadan başarılamaz. Toplumsal uzlaşmanın ön koşulu ise ortak paydanın ve duygudaşlığın genişletilmesi, böylece bir kültürel kimlik yaratılması. Bana kalırsa bu kimlik, bizde bazılarının sandığı gibi laiklik ya da dindarlık diye kestirilip atılacak kadar basit değil, birbirini ötekileştiren bu kesimleri de dışlamadan kapsayacak genişlikte, daha derin, özgüven ve rekabetçilik içeren bir kimlik.
Güvenlik kadar kırılganlık da tehdit
Aslında Türkiye’de de 30 yılı aşkın süredir iç tehdit ( terör) ve son bir kaç yılda oluşan dış tehdit söz konusu. Hatta bana sorarsanız sürekli kriz üreten ekonomik yapıdaki kırılganlığı da ciddi bir tehdit unsuru olarak görebiliriz. Buna rağmen ne iktidar ve muhalefet politikacılarından, ne de örgütlü toplumsal kesimlerden derinliği olan, ortak payda yaratıp toplumu aynı tutkular etrafında birleştirecek öneriler gelmiyor. Hep özlemini çektiğimiz, ama nasıl olacağına kafa yormadığımız başarı hikayesini yaratamayışımızda bu gerçeği görmeyip kapsayıcı motivasyonlar geliştirememizin önemli payı olmalı.
İşte şimdi de reel kesimin yapısal bozukluğundan kaynaklanan ve verimsizlik nedeniyle her algı bozulmasında darboğaz yaratan döviz, faiz tartışmaları arasında, mevcut tehditler yetmezmiş gibi, suçlu bulma telaşıyla yeni tehditler yaratarak yolumuzu ve odağımızı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Risklerle yüzleşme yerine, belirsizliği arttırmayı tercih edersek, yükleneceğimiz maliyet ve yitireceğimiz zaman artacak. İhracatımızdaki dolar cinsinden kilogram fiyatının yıllar önce çok düşük bulduğumuz değerin de altına düşmesi, Merkez Bankamızın kararsızlığının daha iki yıl öncesinde yol açtığı zarar belliyken yeni bir maliyetin oluşmasına izin verilmesi kontrolümüz dışındaki etkenlere yorularak geçiştirilemez. Artık tehditleri, toplumu olumlu yönde hareketlendirecek motivasyonlara dönüştürmeyi öğrenmeliyiz.