Tatilde Heinrich Böll

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Tatiller, çalışma ritmini bozar; hele uzun süreli olanlar şaşkınlığa, hayallere, rehavete iter, diye düşünürüm… Bu nedenle de pek sevmem uzun tatilleri… İş kaybı olarak görürüm. Tatile gidenler dinlenseler hadi neyse; “Ooh sabahlara kadar eğlendik, geceleri ancak bir-iki saat uyuyabildik” diyenlerle sık sık karşılaşırız… Yorgunluklar yüzlerden okunur…

Bu yorgunlukların acısı nerede çıkar? Zorunlu olarak iş yerinde! Tatil boyunca dinlenememiş bedenler, iş mekânlarında huzura kavuşur! Derken Cuma günü gelir ve tam biraz dinlenmişken bu kez haftasonu programlarının heyecanı sarar. Pazartesi günü ise yoğun ve yorgun geçen haftasonunun yorgunluğu yaşanır. Böyle gelip geçer günler, tabii ki üretimler düşer…
Biraz abarttım mı? Sanırım evet… Hayır, sanmayın ki “tatil yapmamalı, hep çalışmalı”, diyorum. Tatil, en doğal hakkımız. Ama bu hakkımızı da çalışma günlerimizi de en verimli şekilde değerlendirmeliyiz, diye düşünüyorum… Uzun tatillerin; öncesindeki hayaller, sonrasındaki yorgunluklarla daha da uzayacağından endişe ediyorum…

Peki, “siz ne yaptınız bu dokuz günlük tatilde?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Yeniden Heinrich Böll okudum, yeniden Heinrich Böll düşündüm…

Alman yazar Böll (1917-1985), bir marangozun oğlu. Liseyi bitirdikten sonra askere alınıyor ve savaşa gidiyor. Birkaç kez yaralanıyor. Eserlerinde de savaşta ve sonrasında sıradan insanların dokunaklı öykülerini anlatıyor. 1972 yılında Nobel ödülü veriliyor.

Burada, iki eserinden söz etmek istiyorum. Bunlardan "Gülücü" adlı öyküsünde yazar, gülüşünü satan bir adamın öyküsünü anlatır. Seneler seneler evvel Yıldırım Önal da radyoda seslendirmişti. O harika sesi, taklit ettiği kahkahalar, hâlâ kulaklarımda yankılanır…
Bu adam "gerekirse yüzyıllar boyunca, her sınıf her kesim için gülerim" der; "Afrika gülüşü, beyaz, kırmızı, sarı gülüşlerle gülerim..." diye de örnekleyerek devam eder. Seyircinin arasına karıştığı tiyatrolarında da bulunduğu farklı yerlerdeki farklı gülüşlerinden söz eder.
Yani adamın mesleği ‘gülücülük’tür… Her çeşit güler gülmesine de bir türlü kendisi gibi gülemez!

Bu öyküyü okuduktan sonra anlatılanlarla hayatım arasında bir bağlantı kurmuşumdur. Şöyle ki, işim okumak, seyretmek, dinlemek, tadımlar yapmak… Kültür, sanat, edebiyat, gastronomiyle ilgili her şey… Bu edimleri meslek olarak yaptığım için, herkesin keyif aldıklarının tadını yeteri kadar çıkaramadığımı hissediyorum… Yani bir türlü kendim için okuyamıyor, seyredemiyor, dinleyemiyor, tadamıyorum… Bir “déformation professionnelle”, mesleki deformasyon mu söz konusu acaba?!

Böll, savaşın neden olduğu yıkımları anlatırken sık sık yüreğimize dokunur. “Köprü Başında” adlı öyküsünde aşkın masumiyetini ustaca anlatır. Savaşta bacaklarını kaybeden bir adama bir köprüde gelen geçeni sayarak istatistik tutma işi verilmiştir. Kâmuran Şipal’in çevirisiyle şöyle başlar öykü:

“Bacaklarımı şöyle bir kalafattan geçirip, oturduğum yerde görebileceğim bir işe kodular beni: Yeni köprüden geçenleri sayıyorum. Hani ustalıklarını rakamlara dayandırmak hoşlarına gidiyor. Bir anlamda hiçten başka şey sayılmayan birkaç rakamlık bir sayı karşısında sarhoş olup çıkıyorlar. Bütün gün, bütün gün, ağzım, sessiz sedasız, bir saat çarkı gibi işliyor, akşamleyin onlara bir sayı zaferi sunabilmek için rakamları üst üste yığıyorum. Benim postanın sonucunu bildirmeye göreyim, yüzleri gülüyor. Sayı kabarık olduğu ölçüde artıyor memnunlukları. Akşam gönül rahatlığıyla yatağa giriyorlar. Nedenine gelince, binlerce kişi her Allah'ın günü yeni yaptıkları köprüden geçiyor.”

Ama üstlerine bir sürprizi vardır:
“Benim küçümen sevgilim günde iki kez köprüden geçiyor. O geçerken âdeta duruyor kalbim; sevgilim ağaçlıklı yola sapıp gözden yitene kadar, durup dinlenmeyen atışına düpedüz ara veriyor. İşte bu arada gelip geçenleri onlara haber vermiyorum. Bu iki dakikalık zaman bana ait. Bir tek bana ait. Bu zamanı kaptırmaya da niyetim yok elimden. (…) İşte bu dakikalar içinde kör gözlerimin önünden geçit töreni yapmak mutluluğuna erenler, istatistiklerin sonsuzluğunu boylamaktan kurtuluyor (…). Belli ki, onu seviyorum; ama haberi yok kendisinin. Haberi de olsun istemiyorum. Bütün hesapları nasıl altüst ettiğini sezmesin. Olup bitenden habersiz, masum bir halde, uzun kahverengi saçları ve çıtı pıtı narin ayaklarıyla dondurmacı dükkânına yollansın ve bol bol da bahşiş alsın. Onu seviyorum. Besbelli seviyorum onu.”

Bu gerçeği ne dondurmacıda çalışan kız, ne de üstleri hiçbir zaman öğrenemeyecektir…
Duygulardan daha güçlü ne var ki? Geçmiş bayramınız kutlu olsun…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar