Tatil dönüşü yazısı...
Hani eski bir söz vardır; "Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" diye, tatil dönüşlerinde gördüklerimizi anlatmak da artık adet oldu. Bu yıl da geçen yıl olduğu gibi uçsuz bucaksız gibi görünen zeytinliklerin arasındaydık. Ama bu sefer Edremit Körfezi'nin güneyine inip Kaz Dağı'nı karşımıza aldık. Aslında söylemek istediklerim bu bölgelerle sınırlı değil. Yıllardır şu veya bu nedenle günübirlik veya uzun süreli gittiğimiz her turistik yörenin ortak sorunları...
Çocukluk ve gençlik yıllarımızda Ege ve Akdeniz sahillerini dolaşırken genel olarak bir ulaşım ve konaklama sorunu yaşardık. Ancak son 20-25 yılda uygulanan politikalarla turistik tesis ve ulaşım üzerine o kadar yüklenildi ki, artık her iki konuda da belirli bir standart yakalandığını söylemek çok zor değil. Yani artık bir tatil yöresine yolculuk yapacağınız zaman belirli bir kalite standardına sahip konforlu otobüslerin yanında değişik havayollarından ucuza uçak biletleri bulabiliyorsunuz. Bir tura katılmak istediğinizde geniş bir fiyat aralığında ulaşım ve konaklama olanakları seçebiliyorsunuz. Bizim gibi konaklama tercihini pansiyon veya küçük otellerden yana kullananlar için de belirli bir kalite standardı tutturulmuş durumda. Yani çocukluğumuzdaki gibi havasız otobüslerde "aman tekerlek üstü almayalım çok sallar" kaygısı olmadan seyahat edebiliyoruz. Bir yol üstü tesiste durduğunuzda veya bir konaklama tesisine girdiğinizde "Şimdi buralarda tuvalete nasıl gideceğiz" sorusu artık kafamızı çok fazla kurcalamıyor. Ancak bu olumlu gelişmelere rağmen, ülkenin turizmden sağladığı geliri artıracak ve bu geliri sürdürülebilir hale getirecek bazı temel özelliklerde bir gelişme sağlanamadığı, hatta bazılarının da hızla yok olduğunu görüyoruz.
Bu "zayıf" yanlardan bence en önemli ve acil olanı, toplumda -hem turizm yörelerinin yerleşiklerinde, hem de yerli turistlerde- bir çevre bilinci bulunmaması. Bunu en kısa yoldan ve en kaba şekilde ifade edecek olursak şöyle diyebiliriz: Etrafımızı çok ciddi bir biçimde pisletiyoruz ve bu pislikten de rahatsız olmuyoruz...
Yalnızca bu yaz aylarında günübirlik ziyaret ettiğim yerlerde, denizde ve sahildeki pisliğin boyutlarını anlatmaya inanın ki kelimeler kifayetsiz kalıyor. Üstelik bu durum belirli bir bölgeye özgü değil. İstanbul'un yakın çevresinde, örneğin Burgazada plajlarında da, Sarıyer'in balıkçı köylerinde de, Ayvalık'ın Sarımsaklı Plajı'nda da aynı manzaraya şahit oluyorsunuz. Naylon torbalardan, teneke kutulardan sünger yataklara kadar uzanan bu çöp yığınının yanında hiç rahatsızlık duymadan yemeklerini yiyen ve denize giren insanları görmek gerçekten çok umut kırıcı. Ayrıca bu pisliğin yalnız kıyılarda değil, dağlarda ormanlarda, yol kenarlarında ve her yerde görülebildiğini de hemen ekleyelim. Bu arada 35 kilometre ötedeki Sarımsaklı Plajı'nın kirliliğine karşılık Burhaniye ve Ören'de hem belediyenin, hem de halkın gayretleriyle temiz tutulan plajların bu konuda olumlu bir örnek oluşturduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Bu kirliliğin bir başka vechesi ise kıyılarımızdaki yapılaşma sorunu. Çocukluğumda ıssız bir doğa parçası olan Sarımsaklı sahilinin bugünkü içler acısı hali pek çok yerde yaşanan faciaya iyi bir örnek. Çevremizi çöp ve pisliklerde doldurmanın yanında sahillere beton duvarlar örüp bu duvarların arkasına kendimizi hapsetmekten adeta zevk alıyoruz. Ayvalıktaki yazlıkları inşa eden zihniyet Antalya'da kıyıda adeta bir set oluşturan ve arkasındaki ormanı tahrip eden otellerde de aynen geçerli ne yazık ki.
Bir toprak parçasını kağıt üzerinde planlayıp, sokakları, parselleri, bina yoğunluklarını belirleyip imara açmıyoruz; açmayı beceremiyoruz. Doğayla, ormanlarla, denizlerle, göllerle ve bizden başka canlılarla uyumlu bir yerleşim ve yaşam biçimi geliştiremiyoruz. Elimizi attığımız her yerde adeta çöp ve betondan inşa edilmiş bir cehennem yaratıyoruz.
Daha önce İstanbul'dan söz ederken söylediğim gibi; eğer dünyanın dört bir yanından insanların ülkemizi görmeye gelmesini istiyorsak şehirlerimizi ve doğamızı öncelikle kendimiz için yaşanabilir hale getirmemiz gerekir. Burası bizim evimiz ve evimizi misafirler için değil, öncelikle kendimiz için güzelleştirmeli ve temiz tutmalıyız. Bizim estetik, güzellik ve benzeri duygularımız gelişirse, şehirlerimiz, kıyılarımız, ormanlarımız, nehirlerimiz, göllerimiz o kadar temiz ve güzel kalır. O zaman da emin olun ki, dünyanın dört bir yanından insanlar bu güzelliği görmeye gelir.
Peki çevreyi kirletmekten, betonlaştırmaktan nasıl vazgeçeceğiz? Şimdiye kadar sivil kuruluşlar dışında bu konuda bir çaba görmedim, ama bence bunun tek bir yolu var; merkezi yönetim, yerel yönetimler ve sivil kuruluşlar bu konularda ülke çapında çok büyük kampanyalar düzenlemeli, yurttaşlarda çevre, doğa ve temizlik konularında ciddi bir bilinç oluşturulmalı. "Milletin cebinde para yok, herkes geçim derdinde senin söylediğine bak" diyenlere de bu bilincin zaten zenginleşmek için bir ön koşul olduğunu hatırlatmakla yetiniyorum ve ayrıca İstanbul'da yaşanan sel felaketinin de yine bu bilinçle yakından ilgili olduğunu üstüne basa basa tekrarlıyorum...