Tasarım tarihimiz yazılacak

Edip Emil ÖYMEN
Edip Emil ÖYMEN YENİLEŞİM [email protected]

Üçüncü Tasarım Bienali, tasarıma kavramsal ve zihinsel bir bakış getiriyor. Tasarımın “işe” yaraması için nasıl bir zihinsel yapı gerekli? Nasıl düşünmeliyiz? Bu, ancak İKSV’nin öncülüğünde sorulabilecek bir soruydu. 20 Kasım’a kadar sürecek Bienal yaratıcı, yenilikçi fikirlerle yüklü. 

Ama bu Bienal’den geriye kalacak en somut, katma değeri en yüksek şey, Türkiye’de Tasarımın 200 Yıllık Tarihi Üzerine Bir Araştırma-Tasarım Kronolojisi olacak. Bu yokuş yukarı görevi üstlenen uzmanlar, akademisyenler, profesyoneller (2014 Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu koordinatörü, mimarlık tarihçisi) Pelin Derviş liderliğinde bir kaç yıl içinde, inşallah 2018 Bienali’ne yetişecek şekilde bir “imece belge” ortaya çıkartmak istiyorlar. Bu belgede ambalajdan aydınlatmaya, grafikten müziğe, sanayi yapılarından seramiğe konular listesinde ülkemizde tasarımın “T”si nerede, ona bakacaklar. Bu, şimdiye kadar bizde yapılmamış bir yenilikçi iş. Çünkü ülkemizde tasarım denilince akla hemen sadece grafik, moda, biraz mimari geliyor, o kadar. Bunlarda da “estetik” tasarım, zaten eğer işveren müşteri bu konuya olumlu bakıyorsa mümkün. Aksi halde, tasarımın estetiği olmadan da ortaya ürün/hizmet çıkıyor.

Oysa Osmanlı döneminde 600 yıl boyunca tasarlanan eşsiz güzelliklerin, mükemmel estetik yaratıcılıkların örneklerine bugün de hayran kalıyoruz. Ancak, “tasarım” diye bir kavram bize, Sanayi Devrimi’yle, Avrupa’dan damla damla gelmeye başladı. Devrim sürecinde, o zamana kadar görülmemiş mallar, ürünler, hizmetler birbirini izler olmuştu. Osmanlı, ekonomik ve kültürel yapısı nedeniyle bu devrimi idrak edemeden, sadece ürünlerin net alıcısı, net müşterisi oldu. Devrimin simgesi buhar makinesi bile Osmanlı’da, Avrupa’dan yaklaşık 50 yıl sonra 1846’da Feshane’de kullanılmaya başlandı. Bundan da bir 50 yıl sonra, Yıldız Sarayı’nın bir atölyesi olarak kurulan Yıldız Porselen Fabrikası’nda bile kil dahil bütün hammadde yurt dışından ithal ediliyordu. Tasarımlar da zaten Fransız sanat zevkine göreydi.

Anadolu’da ilk demiryolu da İstanbul’da değil, İzmir-Aydın arasında (1856-1866 Abdülmecit-Abdülaziz dönemi) yapıldı: İzmir’de yaşayan İngiliz Levanten işadamları, Ege ovalarında yetiştirdikleri ürünü İzmir’e daha çabuk ve sağlıklı ulaştırmak istiyordu çünkü. İzmir’de Alsancak ve Basmane istasyonlarını da yine Levanten sermayesi inşa ettirdi. Osmanlı’da bunları gerçekleştirecek sanayi ve bilgi yoktu.

“Osmanlı üreticisinin gerçekleştirdiği işler ne salt sanat, ne salt zenaat, ne de gerçek anlamda sanayiye dair olmuş, mevcut imkanlar dahilinde üretilenler genellikle bunların hepsinden birer parça içermiştir.” (Bkz: Osmanlı Saraylarında Sanayi ve Teknoloji Araçları, 2004).

Tasarım diye bir kavramın bizim kültüre “icat” sözcüğüyle girmeye başlaması 1871 Alamet-i Farika (Arma, damga, işaret) Nizamnamesi’nden ve 1880 İhtira Beratı uygulamasından çok sonra pek yavaş, ve ancak Cumhuriyet’le gelişebildi: Sanayii Teşvik Kanunu’nun kabulü 1927.

Ama elbette, “arakla - getir” (Ar-Ge!) kültürü de hayatımıza girdi. İstanbul’da SALT Kültür Merkezi’nde 1955-1995 dönemine dair “Tek ve Çift” sergisinde bu konu, Türk Sineması özelinde ele alınmış: Bir filmin eksik sahneleri için, Star Wars’un kopyasını bir film şirketinden “çalıp”, içinden uygun sahneleri “alıp”, ertesi sabah o şirkete geri verdiklerini bir yönetmenimiz “içtenlikle” anlatıyor. Bu kopyacılığın, bizde her alanda halen yaşadığını biliyoruz.

TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi haklı: “Artık, taklit değil, tasarım istiyoruz. Ancak bu şekilde yüksek katma değer yaratarak, küresel arenada rekabet gücü sağlayabiliriz.”

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Hollywood’a yapay zekâ 02 Ağustos 2019