Tarihten bir yaprak

Fatih ÖZATAY
Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU [email protected]

Bugün geçmişe, 2001 krizi öncesine dönmek istiyorum. Krize giden süreçte bankacılık sektöründeki bozukluklar giderek artmış ve sonuçta krizin önemli nedenlerinden biri hem özel bankalardaki hem de kamu bankalarındaki önemli sorunlar olmuştu. Ancak, bankacılık sektörüne bir bütün olarak bakmak, o dönemdeki sorunların olanca çıplaklığıyla ortaya çıkmasını engeller. Zira kamu bankaları ile özel bankalar arasında önemli bir ayrışma gerçekleşmişti.

Özel bankaların ilk temel ayırt edici özelliği repo cinsinden çok kısa vadeli borçlarının bilançodaki ağırlığıydı. Bu bankaların ikinci ayırt edici özellikleri ise döviz cinsinden mevduatlarının lira cinsinden mevduatlara kıyasla yüksek düzeyiydi. Açık ki özel bankalarda önemli bir bilanço bozukluğu vardı: Kur ve faiz yükselişlerine çok daha fazla duyarlıydılar.
Kamu bankalarında ise temel sorun çok farklıydı. Kamu kesiminden alacakları, özellikle “görev zararları” karşılığında yazdıkları alacaklar çok yüksek miktarlara ulaşmıştı. Mesela 1999 sonunda “görev zararı” alacakları tüm varlıklarının yüzde 32’sine ulaşmıştı. 2000 sonunda da benzer bir oran söz konusuydu. Ancak bu alacaklarını tahsil edemiyorlar, dolayısıyla sayısız finansman sorunuyla cebelleşiyorlardı. Kamu bankalarının bu işlemlerden uğradıkları zararların da büyük katkısıyla öz varlıkları yerlerde sürünüyordu: Mesela, Haziran 2000’e gelindiğinde sermayelerinin bilanço içindeki payı yüzde 3.5’e düşmüştü. Kısacası büyük bir sermaye yetmezliği çekiyorlardı. Peki, “görev zararı” neydi?

“Görev zararı”, kamu bankalarına devlet tarafından verilen ve tarım kesimi ile küçük ve orta boy işletmeleri düşük faizli kredilerle destekleme görevi sonucunda oluşuyordu. Normal koşullarda devlet bütçesinden sağlanması gereken bu destekler, kamu bankaları yoluyla bütçe dışına çıkarılmış oluyor, kamu bankalarında oluşan zararlar nedeniyle bu bankalara karşı doğan Hazine borcu ise zamanında ödenmiyordu. Kamu bankaları, çaresiz, bilançolarının varlık tarafında “görev zararları karşılığı kamudan alacak” gösteriyorlardı. Bu uygulama 1990’ların ilk yıllarında başlamış, 1999 yılının sonuna gelindiğinde ise doruğa ulaşarak bu tür alacakların birikimli değeri milli gelirin yüzde 13’ünü aşmıştı. O sırada kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 54.4 düzeyindeydi. Bu rakam, Hazine’nin kamu bankalarına olan borcunu yansıtmıyordu. Farklı bir ifadeyle, Hazine’nin kamu bankalarına borcunu (piyasadan borçlanarak) ödemesi halinde kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 68’e sıçrayacaktı. Hazine, borcunu piyasadan borçlanarak değil de Merkez Bankası’na para bastırarak ödeyecek olursa (o kadar yüklü miktarda para bastırma hakkı yoktu; olduğunu varsayalım) bu sefer de zaten yüzde 65 düzeyinde olan enflasyon üç haneye doğru yönlenecekti.

Türkiye, 2001 krizinden sonra önce bankacılık sektöründeki yangını söndürmekle uğraştı, sonra sektörü ayağa kaldırdı. Bu operasyonun yükünün önemli bir kısmını kamu kesimi üstlendi. Görev zararları Hazine’ce kapatılarak, kamu bankalarının sermayeleri güçlendirildi. Şube ve personel sayıları azaltıldı. Özel bankaların bir kısmı kapatıldı. Kalanların sermayelerinin güçlendirilmesi istendi. Bazı bankalar birleştirildi. Tahsil edilemeyen krediler için çözümler üretildi. Bankacılık sektörünün bir daha kriz öncesindeki duruma düşmemesi için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu bir dizi düzenlemeyi yürürlüğe soktu. O sayededir ki bankaların bilançoları giderek düzeldi, kırılganlıkları en aza indi ve bankacılık sektörü tekrar verimli alanlara kredi açabilir hale geldi. Kısacası, bankalar asli işlevlerine geri döndüler. 2001 krizinden sonra, 2006 ortalarına kadar enflasyon ile faizin hızla düşmesinde ve Türkiye ekonomisinin yüksek bir büyüme oranı yakalamasında kriz sonrasında bankacılık sektöründe yapılanlar da önemli bir rol oynadılar.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Havuz problemi 01 Ağustos 2018
Elbette zor ama mümkün 20 Haziran 2018
Bazı basit gerçekler 06 Haziran 2018