Takım ve senfoni
Geçen hafta, “Takım ruhu denilen şeyi bir şirkette süreli bir şekilde yaratamazsınız,” demiştim. Bu şirket elemanlarının takım hedeflerini kişisel hedeflerinin önüne koyduğu bir örgüt kültürünü sürdüremeyecekleri anlamına geliyordu. Bunun nedenlerini tartıştık. Daha da tartışırız, ama bana itimat edin bir şirket çapında bunu ne yapabilirsiniz ne de sürdürebilirsiniz.
Takım ruhunu işbirlikleri ile de karıştırmamak lâzımdır. Bakınca uyum içerisinde çalışıyor gibi görünen örgütler bunu takım ruhuna değil, başarılı koalisyonlara borçludurlar. Koalisyonda yer alan ‘çıkar guruplarının’ lider ve mensuplarının bireysel hedefleri örgütün hedefleriyle çakıştığı, örgütün maddi-manevi getirilerinin koalisyon üyeleriyle paylaşıldığı örgütler takım ruhunun örnekleri değillerdir. Bu tür koalisyonlar göreceli olarak sürdürülebilirler, ama koalisyonu oluşturan gurupların ‘çıkarları’ şu veya bu şekilde karşılanmamaya başlayınca da çabucak çözülürler.
Şu takım ruhunun oluşturulabilmesi için gereken şeylere kavramda kullanılan kelimelerle başlayarak bir bakalım. İki kelime var: Takım ve ruh. Demek ki takım ruhunun oluşturulabilmesi için bir takım gerekiyor sonra da ‘ruh’ yani takımı oluşturan elemanların kişisel çıkarlarını takımın hedeflerinin ardına atması gerekiyor. Takım dediğiniz şey az sayıda elemandan oluşur. Askerde takım dört mangadan oluşur ve yerine göre 25 ile 50 kişidir. Bu takım ruhu denilen şey için 25 kişi bile büyük bir gruptur. Daha da önemlisi kişilerin, takımın hedef veya hedeflerini açık ve net bir şekilde bilmeleri varsayımı altında bile, şahsi hedeflerini sonu belli olmayan bir süre için mensubu bulundukları takımın hedeflerinin arkasına atmalarını beklemek ham hayaldir. Demek ki takım ruhu denilen şeyi sağlamak için göreceli olarak az sayıda elemandan oluşan, takımın hedeflerinin açık ve net bir şekilde bilindiği, süreli girişimler gerekiyor. Takım hedeflerinin ulaşılmasın mani olmaya çalışan düşmanların, rakiplerin, çekemeyenlerin gerçek veya algılanan varlığı takım ruhunun oluşmasına yardımcı olur. Bir diğer faktörde ‘başarı’ halinde takım mensuplarının maddi-manevi çıkarlarını teslim edileceğine olan inançtır. Bu şartlara uyan ve hedef açıklığı, rekabet ve çıkar taksiminin yapılabileceği tür örgütlerin bir adı vardır: Proje örgütleri. İşte bu nedenle takım ruhuna belli hedef(ler) çerçevesinde çalışan, süresi belli proje örgütlerinde rastlanır. Bir maçın, savaşın kazanılması, bir ürünün geliştirilmesi, bir kampanya yani takımın gerçek veya sanal rakiplerine üstün gelmesi takım ruhunun önemli ölçüde etkin olduğu girişimlerdir. Sözün kısası takım ruhu proje bazında geçerli bir kavramdır ve de bu tip örgütlerin başarısı için şart olmasa bile son derecede önemlidir.
O halde çözüm bellidir. Şirketi proje takımları halinde örgütlemeli, takım mensuplarına takımlarını hedeflerini (tercihan az sayıda ve iyi tanımlanmış) açıkça anlatmalı, takımın başarısına mani olacak gerçek veya sanal düşmanlar açıklanmalıdır. Eh artık sizlere kolay gelsin. Takım ruhunun faydalarına inanıyorsanız ne yapacağınızı biliyorsunuz. Ya Allah deyip kolları sıvayın. Bana da çek yollamayacağınıza emin olduğum için bari bir hayır duası yollayın. “Ne yani hepsi bu mu?” diye soruyorsanız değil tabii. O nedenle çekinizi tutun, hayır duanızı erteleyin.
Dell şirketi 2013 yılında 113 bin kişi çalıştırıyordu. EMC şirketinin ise 70 bin kişinin üstünde bir bordrosu var. İkisi bileşince 200 bin kişilik bir şirket çıkıyor ortada. Bu kalabalığı gelmiş geçmiş en büyük orduyu başarıyla fetihten fethe yöneten Flagellum Dei (Hun İmparatoru Atilla’nın Romalılarca takılan lakabı tanrının kırbacı demektir) mezarından kalksa öyle kolay yönetemez. Hun ordusu 10’luk sisteme göre (10, 100, bin, 10 binlik birlikler) örgütlenmişti. On bin kişilik birliğe tümen denirdi. Buna göre Dell-EMC’de 20 tümen adam var. Buyurun proje takımları halinde örgütleyin. En kalabalık takım tanımını kullansanız, yani 55 kişilik takımlar kursanız dört bin civarında takım eder. Bu işin kolay kısmı bir de bunlara takım ruhu vermek lazım. Benim tavsiyelerimi dinlerlerse pek hayır duası falan alacağımı sanmıyorum. Benim dediklerimi yapabilmek için bir başka beceri bir başka yetenek de gerek. Bestekârlık.
“Hoca şaka yapıyor,” demeyin, ciddiyim. Bir bestede kaç nota olduğunu bilir misiniz? Ben bilmiyorum ama çok sayıda olduğunu biliyorum. Bana sorarsanız bestekâr bir melodiyi aklında canlandırıyor. Anladığım kadarıyla çok sesli batı müziğinin büyük bestekârları bir konçertoyu, bir senfoniyi, bir operayı bestelerken bir değil, birkaç enstrümanı tüm orkestrayı duyuyorlar. Bestenin tüm seslerini başından sonuna duymadan bu tip eserleri yaratmak nasıl mümkün olur, bilemiyorum. Derken sanatçı yazmaya başlıyor. Yedi tane nota var. Birinci notadan başlıyor. Sonra bir tane daha. Böyle devan ediyor ta sonuncu notaya kadar. Genellikle, hızlı, yavaş ve hızlı bölümlerden oluşan bir solo çalgı ve orkestra tarafından icra edilen bir konçertonun ilk notasından son notasına kadar sanatçı nereden nereye geleceğini biliyor. Çünkü eserinin tamamını kafasında duyuyor, hangi kombinasyonun kendisini sonuncu notaya taşıyacağını hiç unutmuyor. Bestelerdeki her bir notanın hatta nota grubunun, her enstrüman tarafından ayrı zamanlarda çalınmasının ne tür bir kakafoni yaratacağını tahmin edebiliyorsunuz. Gelgelelim öyle olmuyor. Ortaya başı sonu belli bir süreç ve bir güzellik çıkıyor.
“Şimdi bunun takım ruhuyla ne alâkası var?” diye soruyorsunuz. Takım ruhunun proje örgütleri için geçerli olduğunu, büyük şirketlerde en azından düzinelerle takım olabileceğini düşünürseniz benim de bu müzik örneğini niye verdiğimi çıkaracaksınız. Devam edeceğiz.
Sağlıcakla kalın.
NOT: Müzik ve yönetim metaforunu işleyen Dominic Alldis gibi konuşmacılar var. Bunlar arasında beğendiğim, yukarıda değindiğim konuyu bence en iyi işleyen konuşmacı Benjamin Zander’dir. İngilizceniz iyi ise https://www.youtube.com/watch?v=r9LCwI5iErE sayfasını ziyaret edip dinlemenizi öneririm. Beni haftaya uzun uzun yazmaktan kurtarırsınız.