Sürdürülebilirlik
Son yıllarda belki de en çok duymaya başladığımız ifadelerden bir tanesi haline geldi, sürdürülebilirlik. Pek çok konuda dile getiriyor, pek çok farklı konuda önemine değiniyoruz. Kimi zaman iş yaşamımızdaki yerinden söz edip, işletmelerin sürdürülebilir olmasının öneminden bahsediyor, kimi zamansa; doğanın, çevrenin ve doğal kaynakların sürdürülebilirliğinden söz ediyoruz.
Hangisi daha önemli diye bir ifade kullanmak son derece yanlış olmalı; hayatımızın her anı ve yaşadığımız her şey için sürdürülebilirlik; veya biraz daha klasikleştirecek olur isek devamlılık esasını güder ve öyle olmasını da bekleriz. Peki, acaba biz sürdürülebilir bir yaşam için neler yapıyoruz, neler yapmalıyız?
Dünya üzerindeki coğrafyaları incelediğimizde; insanların farklı özelliklerle yaratıldıklarına şahit olur, ve bu durumu da pek çok zaman kabul ederiz. Örneğin; kendimizi Akdeniz insanı olarak tanımlayarak, çabuk düşünen, sabırsız ve çabuk vazgeçen insanlar olarak görürken çoğunlukla; Avrupa insanını daha sabırlı ve daha sakin olarak kabul ederiz. Sabırlı insanlar, sabırlı toplumları oluşturduğundan da, genellikle daha uzun vadeli yatırımlar ve planlar yapmayı da daha fazla benimserler.
Bir futbol takımına gelen antrenörden kısa sürede iyi sonuçlar alamadığımızdaki tahammülsüzlük, markalaşma konusunda sabır gösteremeyişimiz, yaşadığımız büyük acıları çok çabuk unutmamız, çabuk zengin olma arzumuz da bunların önemli birer göstergesidir aslında. Yine bu durum, uzun vadeli planlar yapmamıza ve uzun ömürlü işletmeler yaratmamıza da ne yazık ki çoğu zaman olanak vermiyor.
İşte bu durum, başlı başına sürdürülebilir bir yaşamın tehdit başlıklarını oluşturuyor. Az önce de bahsettiğim gibi, markalar yaratamayışımızın altında bile, çabuk sonuca ulaşmak isteyişimiz ve sabır göstermeyişimiz büyük engel. Büyüklerimiz hep gelişmiş ülkeleri örnek gösterdiklerinde; seçimlerin, devletlerin devamlılık esasına zarar vermediğini, bürokrasinin kim iktidar olursa olsun aksamadan sürebildiğine işaret ederlerdi.
1945 İkinci Dünya Savaşı sonrası, yıkılan Avrupa ülkelerinin, başta Almanya olmak üzere, pek çoğu; yanı sıra Japonya, atağa kalkmak üzere çok çabuk diriliş gösterdiler. Birinci nesiller çok çalıştılar, daha önceden sahip oldukları deneyim ve birikimleri kısa sürede kullanarak hayata geçirdiler ve yine dev işletmeleri kurdular.
Önemli olan bu işletmelerin sürdürülebilir olabilmesi idi; işte bu yüzden, bazen duymaktan sıkıldığımız, “Kurumsal Şirket” anlayışını işletmelerine yerleştirmeye başladılar. Aile şirketleri ikinci kuşaklara işlerini temsil ederken, çalışanların sahibi olabildiği şirketler; tüm gelişmiş ülkelerde birer birer artmaya başladı. O gün kurumsal olmaya çalışıyor dediğimiz şirketlerin, yani bugün büyük dünya markalarının hepsinin yapmaya çalıştığı şey aslında farklı idi; sürdürülebilir şirket yaratmak. Bunun için sistemlerini kurdular, profesyonel insanlar yetiştirebilen eğitim sistemleri ile iş gücünü kuvvetlendirdiler, üniversiteler ve reel sektör bir arada çalışarak mükemmel şirketler, markalar, üçüncü veya dördüncü kuşağa da sorunsuzca devrolabilen sürdürülebilir kurumlar yarattılar. İster hizmet veya üretim yapan bir işletme olalım; ister kendimize bir tedarikçi seçelim, aramamız veya sağlamamız gereken en önemli özellik sürdürülebilirlik olmalı.
Hayatımızda da istikrar yakaladığımızda, aynısını isteriz; sahip olduğumuz bir kaynak veya beslenmemizde de, kullandığımız elektrikte de. Her zaman aramamız ve başarmamız gereken bir kavramdır sürdürülebilirlik. Gelişmiş ülkeleri, uzun yıllardır istikrar sağlayarak hizmet veren markaları, dev üniversiteleri, uzun yıllardır hep var olan futbol-basketbol takımlarını incelememiz, ve bu kavramı benliğimizde hissetmemiz lazım. Zamanı çoktan geldi, ve hatta, korkarım geçiyor bile.