Sürdürülebilirlik: Paris İklim Anlaşması ve ABD’nin çekilme kararı

Serbest Kürsü
Serbest Kürsü

PROF. DR. İ. ATILLA DICLE

Sürdürülebilirlik günümüzde gerek iş dünyasında gerekse siyasi ve akademik ortamlarda en çok tartışılan konularından biridir. ABD Başkanı Trump’ın ülkesini Paris İklim Anlaşması’ndan çekme kararı ve buna gösterilen tepkiler konuya duyulan ilgiyi daha da artırmıştır.

Sürdürülebilirlik, çevresel sürdürülebilirlik, sürdürülebilir büyüme ve sürdürülebilir kalkınma kavramları ekonomistler, çevreciler, şirketler ve çeşitli kuruluşlar tarafından farklı yönleri vurgulanarak tanımlanır. Genel olarak, bu kavramların “gelecek nesilleri zarara uğratmadan, bugünün ihtiyaçlarının karşılanması” anlamında kullanıldığı söylenebilir. Sürdürülebilirlik, bugün ve gelecekte herkese daha iyi bir yaşam kalitesi sağlamayı hedefl emektedir.

İçinde yaşadığımız çevrenin sürdürülebilirliği hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Günümüzde bilinçsiz ve aşırı kaynak kullanımı çevremizde doğal kaynakların yenilenemeyecek biçimde hızla tükenmesine neden olmaktadır. Üretimde kullanılan enerji ve bundan kaynaklanan zehirli atıklar ve sera gazları bir yandan çevreyi kirletmekte, bir yandan da insanlık ve gezegenimiz için çeşitli olumsuzluklara yol açabilen küresel ısınmaya yol açmaktadır. Başka bir deyişle, içinde yaşamak zorunda olduğumuz çevre hızla tahrip edilmektedir.

Çevresel sürdürülebilirliğin önemi giderek artmakta

Çevresel tahribatın önemli nedenlerinden biri işletmelerin üretim biçimi ve tüketim ekonomisine dayalı çabaları ise, diğeri de hükümetlerin bu tahribata karşı gerekli önlemleri almamalarıdır. Çevrenin gereği gibi korunamaması bireylerin sağlık sorunlarına, doğal kaynakların bilinçsizce tüketilmesine, gelecek nesillerin çevrelerinin doğal kaynaklarından yeterince yararlanamamalarına, buzulların erimesine, sel felaketlerine, iklim koşullarında dengesizliklere ve ekonomik sorunlara yol açtığı bilinen gerçeklerdir. Sürdürülebilirlik, bu nedenle, bireylerin, işletmelerin, kuruluşların ve hükümetlerin yakından ilgilenmek ve çözüm yolları aramak zorunda oldukları bir sorun olmuştur.

Çevresel sürdürülebilirliğin önemi giderek artmaktadır. Bu önemin çeşitli yansımalarını görebiliyoruz. Dünya çevre günü kutlamaları (Hürriyet, 5 Haziran 2017, Dünya Çevre Günü eki), çeşitli kuruluşlarca sık sık yayınlanan çevre raporları, çevre dostu kuruluşlara verilen ödüller (Hürriyet, 2 Haziran 2017, s.12), büyük şirketlerin en üst kademelerde sürdürülebilirlikten sorumlu yönetici atamaları ve konunun üniversitelerin ders programlarında ve toplumsal sorumluluk projelerinde yer almaya başlamış olması konunun dünyamızın geleceği için ne kadar önemli olduğunun göstergeleridir.

Kâr ve çevre birbiri ile çelişen değil, bütünleşen amaç olmalı

Geçmişte birtakım kuruluşlar, özellikle de üretici firmalar, sürdürülebilirliği ve “yeşil işletme uygulamalarını” yalnızca kârlarını artırmanın bir aracı olarak düşünmüşler ve çevre dostu oldukları görüntüsünü vermeye çalışmışlardır. Hükümetlerin de bu konuda geçmişte yetersiz kaldıkları söylenebilir. Oysa çevresel sürdürülebilirliğin maliyeti azımsanmayacak ölçüde yüksek olabilir. Gerek işletmeler gerekse hükümetler yavaş da olsa bu maliyete katlanmak zorunda olduklarının bilincine varmışlardır. İşletmeler için, kârlılık ile çevrenin korunması birbiriyle çelişen amaçlar değil, birbiriyle bütünleşen amaçlar olmalıdır. Günümüzde giderek daha çok benimsenen bu anlayış toplumların hemen her kesiminde kabul görmeye başlamıştır. Çevresel sürdürülebilirlikte başarının ancak işletmelerin, sivil toplum örgütlerinin, düzenleyici kamu kuruluşlarının ve hükümetlerin işbirliği ve ortak çabalarıyla başarılı olabileceği gerçeğini de görmek gerekir.

Çevresel sürdürülebilirlik oldukça geniş bir kavramdır; çevre kirlenmesi, çevrenin tüketilmesi ve yoksulluk gibi konuları kapsar. Çevre kirlenmesi, küresel ısınma, sera gazları, zehirli materyaller, endüstriyel emisyon, toprağın zehirli maddelerle kirletilmesi, suyun kirletilmesi, yetersiz lağım ve sağlık koşulları ile ekosistemin yok edilmesi gibi sorunları kapsar. Çevrenin tüketilmesi, kıt kaynaklar, yetersiz dönüşüm, yenilenebilir kaynakların istismarı, toprağın, suyun, ormanların ve otlukların hızla yok olmasını içerir. Yoksulluk ise, işsizlik, azınlıkların istihdamı, şehirleşme, çalışanlarda beceri yetersizliği, gelir eşitsizliği, nüfus artışı, kadının statüsü ve ülkelerini terketmek zorunda olan insanların sorunları gibi konularla ilgilenir.

AB çevre dostu şirketlere öncülük ediyor

2006 yılında, Avrupa Birliği’nin kabul etmiş olduğu oldukça kapsamlı “sürdürülebilirlik stratejisi”nin amaçları arasında iklim değişikliği ve temiz enerji, sürdürülebilir taşıma, tüketim ve üretim, çevrenin ve doğal kaynakların korunması, toplum sağlığının iyileştirilmesi, demografi, göç ve küresel yoksulluğun azaltılması gibi temel sorunlar yer almıştır. Avrupa Birliği iklim değişikliği ve düşük karbona dayalı ekonomilerin geliştirilmesi konusunda öncülük etmiştir.
Geçmişte işletmelerin çoğu çabalarını genellikle sahiplerin servetini artırma üzerinde yoğunlaştırmış, çevreye salınan erosol, asbestos, karbon monoksit ve benzeri materyalin, zararlı endüstri atıklarının ve çevreye saçılan plastiklerin çevre üzerinde yarattığı olumsuz etkilere ilgisiz kalmışlardır. Bu ilgisizlik zamanla çevrede hava, su ve toprağın giderek daha çok kirlenmesine, iklimin değişmesine ve insan sağlığını tehdit eden hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Çevrelerinde ortaya çıkan bu tür sorunlar, giderek artan sayıda şirket ve kurumun çevre kirlenmesi ve iklim değişmesi gibi sorunlara daha fazla sessiz kalamamalarına neden olmuştur. Tüketiciler ve yatırımcılar da giderek çevre dostu şirketleri tercih etmeye başlamışlardır. Çevre dostu firma ve kuruluşlar daha çok müşteri ve kaliteli/yetenekli çalışan çekmeye başlamış; bu da başarılarını artırmıştır.

Yeşil işletmeler kazanırken kazandırıyor

Günümüzde, sürdürülebilirlik zorlayıcı yasa ve kurallara uymanın, toplumsal sorumluluk ve “yeşil işletme” anlayışının ötesine geçmiş, stratejik yönetimin en temel unsurlarından biri olmuştur. Çevresel sürdürülebilirlik, ayrıca, teknolojik gelişmelere yol açan, rekabet üstünlüğü sağlayan ve yeni fırsatlara yol açabilecek olan bir politika ve yöntem olarak da değerlendirilmeye başlanmıştır. Örneğin, DuPont şirketi Tefl on üretiminde toxic maddeler kullanılmasına son verirken, süreçlerde yenilik sağlamada bir yöntem olarak sürdürülebilirliği kullanmıştır. Aynı şekilde GE çevre dostu ürünlerin geliştirilme ve satışını teşvik amacıyla A&G kaynaklarından önemli bir kısmını şirkette oluşturulan bir “Ecomagination” programına tahsis etmiştir.

Japonya’nın Çevre için Yenilikçi Teknoloji Araştırma Enstitüsü (Research Institute for Innovative Tecnology for the Earth – RITE), gelişmekte olan ülkeler için temiz teknoloji geliştirmek ve pazarlamak amacıyla kurulmuş birçok yeni araştırma ve teknoloji konsorsiyumlarından biridir. Japon hükümeti ve 40 şirket tarafından finanse edilmekte ve teknik işgücü ile desteklenmektedir. Bu kuruluş, gelecek 100 yılı kapsayan bir plan çerçevesinde yeni nesil güç geliştirme teknolojisi yaratmayı ve emisyonu (greenhouse gas emission) yok etmeyi ya da etkisiz kılmayı amaçlamaktadır.

Paris İklim Anlaşması bağlayıcı kabul edildi

Küresel ısınma ve iklim değişimine karşı alınan önlem ve harcanan çabaların yetersizliği, 2015 yılında, 21. BM İklim Değişikliği Tarafl ar Konferansı’nın (COP21) toplanmasını sağladı. Paris İklim Konferansı’na katılan 195 ülke, iki haftalık görüşmelerin ardından, Suudi Arabistan, Hindistan, Brezilya ve kalkınmakta olan diğer bazı ülkelerin direnmelerine rağmen,12 Aralık 2015’de oybirliği ile kabul edildi. İmzalanan tarihi Paris İklim Anlaşması’nın hukuken bağlayıcı olduğu duyuruldu.

Küresel ısınmaya karşı önlemleri içeren Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışının 2100 yılına kadar 2 0C’nin altında tutulmasını, mümkünse bu artışın 1,5 0C ile sınırlandırılmasını ve karbon salınımlarının azaltılması için sürekli çaba harcanmasını öngörmektedir.

Bu anlaşma uyarınca, tüm ülkeler, sera gazları emisyonunun düşürülmesi için her beş yılda bir gözden geçirilmek üzere, ulusal planlar hazırlayacak; ilk rapor 2025’te yayımlanacak; her rapor önceki süreçle kıyaslamaları içerecek. Gelişmiş ülkeler sera gazı emisyonlarını azaltmaya öncülük edecek; gelişmekte olan ülkeler emisyonu azaltma doğrultusunda teşvik edilecek. Emisyon hedefl erine bir an önce ulaşılmaya çalışılacak; 2050’den sonra hızlı azaltım sürecine geçilecek. Gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelere destek verecek; başka ülkeler de gönüllü olarak maliyet paylaşımına katılmaya çağrılacak.

Gelişmiş zengin ülkeler 2020’den sonra bu amaç için 100 milyar dolarlık bir fon aktarmayı ve bu miktarı 2025’te artırmayı taahhüt etmektedirler. İklim değişikliği nedeniyle kayıp yaşayan ülkelerin durumu incelenip, bu kayıplar minimuma indirilmeye çalışılacak.

2020 yılında yürürlüğe girecek olan anlaşma, yoksul ve az gelişmiş ülkelerin uzun vadede ekonomilerini karbonsuzlaştırma ve yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş hedefleri konularında ülkelerin farklılıkları gözönünde bulundurularak gerekli esneklik mekanizmalarını da içermektedir. Anlaşma, fosil yakıtlara (i.e. kömüre) dayalı ekonomilerin sürdürülemeyeceği, enerji dönüşümünün hızlandırılması gerektiği, daha temiz ve sağlıklı bir çevrenin gerekliliği düşüncesine dayandırılmıştır. ABD öncülüğünde şekillendirilen ve 195 ülke tarafından imzalanan Paris İklim Anlaşması’nın insanlık ve gezegenimiz için çok önemli bir gelişme, hatta bir dönüm noktası olduğu ve geleceğimize yönelik çok önemli bir mesaj verdiği kabul edilmektedir.

ABD, PARİS İKLİM ANLAŞMASI’NDAN NEDEN ÇEKİLDİ?

ABD Başkanı Trump ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan neden çekti? Bu karar Anlaşma, ABD ve dünya için ne gibi sonuçlar doğurabilir? Trump, ülkesinin Paris İklim Anlaşması’nın bağlayıcı olmayan bütün hükümlerinden çekilmesi ve konunun yeniden tartışmaya açılması kararıyla gerek ABD gerekse tüm dünya için uzun vadede ekonomik ve siyasi açılardan çok önemli sonuçlar doğurabilecek bir karar vermiştir. Trump bu kararı ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla verdiğini, seçim kampanyasında verilen vaatlerinden birini daha yerine getirdiğini, iklim değişikliğine inanmadığını ve ABD’nin çevre korunması konusunda kendi önlemlerini alacağını söylüyor.

Trump’ın bu kararı vermesinde Trump’ın baş stratejisti Stephen K. Bannon’ın çok etkili olduğu biliniyor. Beyaz Saray’ın diğer birçok görevlisinin karşı çıkmasına rağmen, Stephen Bannon’un Trump’ı ABD’nin anlaşmada kalması halinde bunun ülke ekonomisine zarar vereceğine, Paris Anlaşması’nın küreselleşmenin bir ürünü olduğuna ve Başkan’ın ulusalcı ve muhafazakâr tabanında popüler olmadığına ikna ettiği belirtiliyor. Bunu yaparken MIT’nin daha önce bu konuda yayınlamış olduğu bir raporu çarpıtarak kullandığı da ileri sürülüyor. Ayrıca, AB’nin yatırımlarının önemli bir kısmını çevre konusunda karnesi çok parlak olmayan Çin’e yapması da ABD’nin iklim anlaşmasından çekilme kararında etkili olduğu söyleniyor. ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nı Kongre’nin onayı olmadan kabul ettiği ve bu nedenle bağlayıcı bir “antlaşma” (treaty) olmadığı da ileri sürülmektedir.

Şimdi de bu kararın ne tür sonuçlar doğurabileceğine bakalım.

Bu karara hem ABD’den hem de diğer ülke lider ve kuruluşlarından çok önemli tepkiler gösterilmiştir. ABD’de kararın hemen ardından Beyaz Saray’ın danışmanlar Kurulu üyelerinden önemli iki isim (SpaceX ve Tesla yönetim kurulu başkanı ve CEO’su Elon Musk ve Disney yönetim kurulu başkanı ve CEO’su Bob İger) bu görevlerinden istifa ettiklerini açıklamışlardır. Musk ve Iger, iklim değişikliğinin gerçek olduğunu ve çekilme kararının ne dünya ne de Amerika’nın yararına olduğunu vurgulayarak Başkan ile hemfikir olmadıklarını belirtmişlerdir. Eski Başkan Barack Obama ve ekibi, Silikon Vadisi’nin önde gelen isimleri (Apple CEO’su Tim Cook da dahil), Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel başta olmak üzere pek çok Avrupalı lider ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilme kararına sert tepki gösterdiler. Protesto kervanına Çin ve Rusya liderleri ile çevreci sivil toplum örgütleri de katıldı.

Uzun süredir ABD’nin öncülük ettiği ve dünyanın geleceği bakımından çok hayati sayılan bir sorunla yüzleşmekten çekilmesi, ABD’nin dünyadaki prestiji, siyasi ve ekonomik liderliği, imajı, ahlaki ve toplumsal sorumluluğu açılarından büyük kayıplara yol açacağı muhakkaktır. ABD’nin en önemli çevre örgütlerinden biri olan Sierra Club’tan Michael Brune, ABD’nin imzasını geri çekmesini “torunlarımızın bir gün hayretler içerisinde geri dönüp baktıklarında bir dünya liderinin gerçeklikten ve ahlaktan ne kadar uzaklaşmış olabileceğini görecekleri tarihi bir hata” olduğunu belirtmektedir. ABD’nin dünya genelindeki karbon emisyonlarının yüzde 17,89’unu (%20,09 olan Çin’den sonraki en yüksek emisyon) tek başına ürettiği düşünülürse, bu kararın ABD’nin küresel ısınmayla mücadele ve atmosfere salınan gazların azaltılma hedefl erini ve dolayısıyla Amerikan ekonomisini olumsuz yönde etkileyeceğine kuşku yoktur. Uzun dönemde, bu tür hedefl erin tetikleyebileceği teknolojik yeniliklerde bir düşüş, sağlık sorunlarında da bir artış gözlenebilir. MIT (Massachussets Institute of Technology) yetkilileri yaptıkları bir açıklamada, iklim değişikliği konusunda hiçbir şey yapılmaması halinde, bunun 5 derecelik bir sıcaklık artışına neden olabileceği ve ABD için felaket sayılabilecek sonuçlar doğuracağı ileri sürülmüştür.

Çekilme kararı ABD’de ana enerji kaynağı olarak kömüre bağımlılığı körükleyebilir. Ancak kömürün gelecekte hava kalitesi üzerindeki olumsuz etkisi, büyük olasılıkla, kamuoyunun hava kirliliğine yönelik tepkisinin giderek artmasına neden olacaktır. Yenilenebilir enerji alanında fiyatların düşüş eğiliminde olması (i.e. Hindistan’da solar enerjinin fiyatı, kömürle çalışan santrallerde üretilen elektriğin ortalama fiyatının yüzde 18 altında) gerek ABD’yi gerekse gelişmekte olan ülkeleri daha yeşil kaynaklara geçiş yapmaya zorlayacaktır. Petrol ve kömür yerini giderek solar ve rüzgar enerjisine bırakmakta, yenilenebilir enerji kaynaklarına giderek daha çok yatırım yapılmaktadır. (AB genelinde rüzgar enerjisi toplam enerjinin %10,4’üne, Almanya’da güneş enerjisi toplam enerjinin üçte birine ulaşmıştır).

Bu kararın Paris Anlaşması üzerinde birçok bakımdan olumsuz etkiler yaratması kaçınılmazdır. Paris Anlaşması’nda belirlenen küresel sıcaklık artışını 2 0C’nin altında tutma hedefinin yerine getirilmesi çok daha zor olacaktır. ABD’nin geçmişte gelişmekte olan ülkelerin küresel ısınma ile mücadele çabalarının en önemli mali ve teknolojik destekçileri arasında yer aldığı unutulmamalıdır.

Bütün bu gelişmeler ışığında, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesinin hem ABD hem dünyamız ve hem de anlaşmanın gelecekteki başarısı bakımından son derece sakıncalı olduğu söylenebilir. ABD’nin çok geç kalmadan, bütün ülkelerin oybirliği ile hayata geçirilmiş olan, insanlık ve gezegenimiz için bir dönüm noktası sayılabilecek, Paris İklim Anlaşması’na daha gerçekçi, bilimsel ve akılcı değerlendirmeler yapmasını ve daha çok siyasi düşüncelerle verilmiş olan bu hatalı karardan dönüş yapmasını beklemek sanırım insanlığın ve gelecek nesillerin hakkıdır.

“ABD İKLİM KONUSUNDA LİDERLİĞİ ÇİN’E Mİ BIRAKMAKTADIR"

Trump’ın kararı, akla “ABD iklim konusunda liderliği Çin’e mi bırakmaktadır?” sorusunu da getirmektedir. ABD’nin çekilme kararını takiben, Çin defalarca Paris Anlaşması kapsamındaki taahhütlerini yerine getireceğini yineledi ve AB ile karbon miktarının azaltılması için daha fazla işbirliğine gideceğini öngören ortak bir açıklamaya da imza attı. Avrupa Komisyonu’nun İklimden Sorumlu Üyesi Miguel Arias Cañete, “Kimseyi geride bırakmak istemiyoruz. Ancak AB ve Çin olarak ilerlemeye karar verdik” dedi. Buna ek olarak, Kanada ve Meksika’nın da iklim değişikliğiyle mücadele için küresel ölçekte yürüttükleri mücadelenin Amerika kıtasındaki en önemli aktörleri olacakları beklentisi içinde olduklarını belirtti. Türkiye’de çevrenin korunması, iklim değişikliği, küresel ısınma ve yenilenebilir enerji alanlarında sürdürülen çabaların da ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararından olumsuz yönde etkileneceği söylenebilir. Kyoto Protokolü ve Paris İklim Anlaşması’na taraf olan Türkiye’nin bu konularda zaten yetersiz olan çabalarının Amerika’nın anlaşmadan çekilmesiyle daha da gevşemesi ve anlaşma hükümlerinin hayata geçirilmesinde daha isteksiz davranması sözkonusu olabilir. Oysa, ülkemizde sera gazlarının azaltılması, çevrenin korunması, iklim değişikliğinin yol açabileceği olumsuz sonuçlarla mücadele edilmesi, kısacası çevresel sürdürülebilirlik için somut hedeflerin ve önceliklerin belirlenmesine, kararlı ve akılcı politikalara ve önemli miktarlarda kaynak aktarımına gereksinim vardır.

Kyoto Protokolü neden başarılı olamadı?

1997 yılında kabul edilen ve 2005 yılında yürürlüğe giren “İklim Değişikliği Kyoto Protokolü”, Kasım 2009 itibariyle 187 ülke tarafından imzalanmış ve onaylanmıştı. Protokol, küresel ısınmayı azaltmayı amaçlamaktaydı. Gelişmiş/sanayileşmiş 37 ülkenin dört sera gazını (carbondioxside, methane, nitrousoxide ve sulphurhexafluoride) ve bunları üreten iki grup gazı (hydrofluorocarbons and perfluorocarbons) azaltmayı öngörmekteydi. Diğer ülkelerin de bu yönde çaba harcamaları gerektiği ifade ediliyordu. Kalkınmış ülkeler sera gaz emisyonlarını, bazı istisnalarla, 1990 seviyesinden 2012’ye kadar %5.2 oranında düşürmeyi kabul etmişlerdi. Kyoto Protokolü’nün öngördüğü hükümler, geniş kabul görmekle beraber herhangi bir yaptırım mekanizmasını içermediğinden, uygulamada başarılı olamamıştır. Kyoto protokolünü hayata geçirmek ve eksiklerini tamamlamak amacıyla ABD, Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika öncülüğünde gerçekleştirilen 2009 Birleşmiş Milletler İklim Değişim Konferansı ya da “Copenhagen Accord” da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu anlaşma metninde iklim değişikliği ve küresel ısınmanın günümüzün en önemli sorunlarından biri olduğu vurgulanmış, küresel ısınmanın 20C’nin altında tutulması hedeflenmiştir.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar