Suni gündemler ve mecburi girişimcilik
Bazen hayret ediyorum, bunca temel sorunumuz varken, gündemimiz neden fazla kıymeti harbiyesi olmayan, tabir caizse çerden çöpten haberler ve konularla dolu oluyor, açıklamak zor. İçinde yaşayınca kanıksayıp pek ayırdına varamadığımız bu durumu, ülkeden kısa süreli ayrılıklar sonrasında yani başkalarının gündemi ile ister istemez karşılaştırınca daha net fark ediyorsunuz. İnsanın neredeyse "iyi saatte olsunlar”, asıl önceliklerimize odaklanmaya zamanımız ve mecalimiz kalmasın diye bizi suni gündemler ile uğraştırıyor diye inanası geliyor.
Biliyorum, iki hafta önce de değindiğim gibi toplumdaki kültürel ve sosyal fay kırıkları ve uzlaşma ortamı noksanlığı da bu dağınıklığa bolca malzeme sunuyor ama sonuç olarak herhalde ortak amaç olduğunda kuşku bulunmayan refah yolculuğunda sürekli zaman kaybediyoruz. Sorunun maalesef sadece siyasi istikrardan ibaret olmadığı da, on dört yıldır çoğunluk iktidarı ile yönetilmemize rağmen 2008 sonrasında giderek azalan reform ve büyüme temposu ve artan bölgesel gerginlikler sonucunda sürekli bir siyaset belirsizliğinin gündemin ekonomik içeriğini geriye itmesinden anlaşılıyor. İktidar aynı olmakla birlikte hükümet değişikliklerine ihtiyaç duyulmasını bir de bu perspektiften değerlendirmekte yarar var. Bu itibarla söz konusu değişikliği politikalarda bir vites hatta yörünge değişikliği işareti, en azından niyeti olarak görmek de mümkün...
Yeni hükümet yeni yörünge mi?
Nitekim yeni hükümetin programındaki ve Başbakan Binali Yıldırım'ın konuşmalarındaki başlıkların pek çoğu, geçtiğimiz dönemde ülkenin hareket yeteneğini kısıtladığı gün geçtikçe ortaya çıkan dış politikalarda ve giderek hassaslaşan ekonomik dengelere yönelik yaklaşımlarda değişiklik tasarlandığının ipuçlarını taşıyor. Bölgedeki ülkeler ile gerilimlerin azaltılmasının, bu çerçevede Rusya, İsrail ve Mısır ile ilişkilerin düzeltilmesi, Irak konusunda da daha gerçekçi ve esnek bir tutum geliştirilmesinin planlandığı anlaşılıyor. Daha az bir netlik içerse de AB'ne üyelik perspektifine bağlılık da yineleniyor. Ayrıca eğitim sisteminde yeni bir yaklaşım, ekonomide de yeni kaynak bulunması ve yatırımlara yeni ivme kazandıracak adımlar hedefleniyor. Bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesi, teşvik sisteminin ilçe bazlı olarak yenilenmesi, endüstri 4.0 ve Davutoğlu Hükümeti'nce açıklanan eylemlerin uygulanması, yenilenebilir ve yerli enerji projelerine odaklanma da vurgulanan diğer noktalar arasında.
Tabii ki tasarlanan politikaların hayata geçirilmesinde ne kadar başarılı olunacağını ve sonuçlarda bir fark yaratılıp yaratılmayacağını zaman gösterecek. Uygulamalardaki zamanlama ve önceliklerin ne şekilde tespit edileceği, bu meyanda farklı eylemler arasında uyumsuzluk çıkıp çıkmayacağı da önemli. Kaldı ki siyasal yönetim biçimi konusundaki tartışmaların ne zaman ve ne şekilde sonuçlanacağı netleşmeden ekonomiye ne kadar yoğunlaşılacağı da tartışmalı. Oysa gerek küresel konjonktürdeki gelişmeler, gerek kendi ekonomik durumumuz ile ilgili göstergeler bir an önce temel gündeme, üstelik sadece konjonktür tedbirlerine değil, reform programına dönmemizi gerektiriyor. Bunu yaparken de öncelikle sorunlarımızla yüzleşmek, onları doğru tanımlamak ve atacağımız adımların maliyetini hesaplamak zorundayız. Çünkü doğrusunu isterseniz zaman kayıplarımızın ve aynı programları sık sık sil baştan yenilememizin nedenlerinden biri de bana kalırsa gerçekçi olmamamız.
OECD'nin işgücü istatistiği ve gerçekçilik
Geçenlerde tam da bunu hatırlatan, yani bizim çoğu zaman kapıldığımız yanılsamalardan birine yol açabilecek bir yayın çarptı gözüme. OECD'nin 2014 işgücü istatistiklerinden hareketle yayınladığı aşağıdaki tablo, üye ülkeleri kendi işine sahip olanların toplam istihdam içindeki oranına göre sıralıyor. Görüldüğü gibi sadece kriz nedeniyle özel durumu olan Yunanistan dışında en yüksek oran yüzde 34 ile bizimkisi. Bizi izleyen diğer yüksek oranlı ülkeler de Meksika, Brezilya, Kore, Şili, İtalya ve Polonya. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin büyük bölümünde bu oran yüzde 15'in altında. Bunu çok iyimser bir yorumla Türkiye'nin en girişimci ülke olduğu şeklinde de görebilirsiniz ama gerçek bundan farklı tabii ki. "Kendi işine sahip olma" kavramına girişimci işverenler dışında, kendi başına çalışanlar, ücretsiz aile çalışanları ya da gelir getirecek bir iş bulamayanlar da dahil. Küresel kriz öncesindeki yedi yılda yani büyüme döneminde Türkiye de dahil ülkelerin üçte ikisinde bu oranın düşmüş olması da oran yüksekliğinin pek de iyiye delalet etmediğini gösteriyor. Üstelik Türkiye'de çalışıyor görünen kadınlarda kendi işine sahip olanların erkeklerden daha yüksek ve geçmiştekine göre düşse de hâlâ yüzde 40 düzeyinde olması bu sıralamadaki yerimizin girişimciliğimizden çok düşük gelirin, kayıtdışılığın, gizli işsizliğin, ölçek küçüklüğünün göstergesi olduğunun işareti. Demem o ki girişimciliği geliştirmek istiyorsak, bunun yolu bu sıralamadaki oranı yükseltecek uygulamalardan geçmiyor.
Her alanda politikalarımızı belirlerken gerçek resmin ne olduğuna bakmalı, neleri düzeltmemiz gerektiğine doğru karar vermeliyiz. Yoksa mecburiyetten iş sahibi görünenleri girişimci sayma benzeri yanlışlara düşebiliriz.