Subvansiyon başka dönüşüm başka
Ezeli zaafımız olan öngörülebilirlik sorunumuz, gündemin yeniden yaklaşan seçim atmosferinin karmaşasına bulanmasıyla daha da ağırlaştı. Oysa Türkiye'nin makroekonomik istikrarını sağladığı zamanlarda dahi kredi notunun düşük kalmasının, kırılgan ülkelerin ön safında sayılmasının arkasında da en fazla rol oynayan iki faktörden biri öngörülebilir olmaması. Diğeri de, malum, hukuk güvenliği. Biz ise bunu pek anlamış görünmüyoruz. Hatta aksine bu iki zaaf temel karakter özelliklerimizmiş gibi onlara sıkı sıkıya tutunuyor, hatta daha da derinleşmesi için çaba sarf ediyor gibiyiz. Üstelik bir türlü yeterince üretken ve rekabetçi hale getiremediğimiz ekonomimizin yapısını ve bu yapının omurgasını oluşturan şirketlerimizi dönüştürme çabalarımızın da bu önkoşullar gerçekleşmediği sürece boşa gideceğini anlamak istemiyoruz. Doğrusu ben artık bu konuda negatif bir toplumsal uzlaşma, en azından kolektif bir bilinç bulanıklığı içinde olduğumuza, bunun da temelinde tarihsel geçmişimiz ve sosyolojik dokumuz ile ilgili ögelerin bulunduğuna inanmaya başladım.
Yarım kalmış piyasa ekonomisi
Ülkemizin geçen yüzyıldan sarkan ve hala kesintilerle devam eden dönüşüm serüveninin sonlanamaması, eninde sonunda iç dinamiklerin yeterince güçlü hale gelmemesiyle açıklanabilir. Bu da sadece endüstri devrimini değil, çok daha önce feodaliteye geçişi de ıskalamamız nedeniyle batı ile, yani bugünün gelişmiş ülkeler bloğuyla eşitsiz gelişen ve giderek kök salan bir ilişki içinde olmamızın başlıca nedeni. Batı, güçlü ticaret burjuvazisini tutucu merkezi zayıflatan feodalite ile birleştirdikten sonra endüstri devrimini de tamamlayarak küresel düzenin egemeni haline gelirken, biz toplumun idari kontrolünü sağlayan bürokrasinin yanına dış dünya ile ekonomik ilişkileri sağlayan bir aracı sınıf oluşturmakla kalmışız.
Sözün kısası, yarım kalmış bir piyasa ekonomisi aşamasını halen tam anlamıyla geçebilmiş değiliz. Söylemde güzel tanımladığımız politikalar da, uygulamaya geçerken, iç dinamiklerin etkisiyle şekil değiştiriyor. Sivil toplumun ve yerel sermayenin yeterince gelişmemiş oluşu, aşırı merkeziyetçi sistemin "devlet baba" imajının kökleşmesine ve halkın refahı devletten beklemesine yol açıyor. Bu koşullar altında toplumun hukuk güvenliği ve öngörülebilirlik gibi konularda hassasiyet duyması ve talepkar olması da mümkün olmuyor. İlginç ve paradoksal olan şey ise, Türkiye iç dinamiklerini geliştirmeden ve ekonomik yapıyı dönüştürmeden küresel sisteme entegre olmaya başlayıp ta açık ekonomi haline gelince o zamana kadar çok da farkında olunmayan zaafları, yani yönetişim, verimlilik, inovasyon ve rekabet gücü konusundaki yetersizlikleri daha fazla ortaya çıkıyor.
Şirketlerimiz ve yeni teşvik paketi
Dönüşüm sürecinde öncü rolü üstlenmesi beklenen reel kesimin durumu da farklı değil. Tüketime ve ithalata dayalı, dış kaynaklara bağımlı ve rant odaklı bir paradigma içinde imalatın katma değer içindeki payının düştüğü, kendi üretim ve ürün teknolojilerini çok az geliştirebilmiş, pek azının satışlarını ve verimliliğini aynı anda arttırabildiği, biyoteknoloji, sağlık araçları üretimi ve bilişim gibi geleceğin sektörlerinde varlık gösteremeyen, büyük bölümü kapalı ekonomide olduğu gibi ayakta kalmayı vergi indirimi ve düşük faizli kredi gibi teşvik unsurlarına bağlamış bir özel sektörümüz var. Yeterince donanımlı ve nitelikli olmayan işgücümüz de ucuz değil; çünkü reel ücreti ürettiği katma değere göre yüksek. Ar-Ge'ye ayrılan kaynak genelde yetersiz ama özel kesimin ayırdığı daha da az. Çünkü şirketlerimiz çoğunlukla başkalarının tasarımlarını üretip pazarlıyor ve bilimsel çalışma yapmıyor. İşin kötüsü çoğu ekonomide en dinamik kesim olan KOBİ'ler, bizde verimlilik, büyüme ve ihracat konusunda hem büyük işletmelerin, hem de mikro işletmelerin çok gerisindeler. Bunların pek çoğu vergi afları ve teşviklerin sağladığı yapay solunum ile ayakta kalabiliyor.
Teşvikler yönünden ise, başarısızlığı kanıtlanmış genel geçer sisteme son yıllarda kazandırılmaya çalışılan stratejik odak, yatırımcı güvenindeki eksiklik nedeniyle uygulamaya yansımamıştır. Bu durum, şirketlerimizin ölçek ve teknoloji açısından sınırlı kapasiteye sahip olduklarının da bir göstergesidir.
Son olarak geçen hafta hükümetin açıkladığı "istihdam ve üretime yönelik yeni teşvik paketi" de, içinde yapısal karakter taşıyan bazı olumlu unsurlar içerse de (geçenlerde bizim de değindiğimiz aramalı ithalatındaki KKDF yükünün sıfırlanması ve nakdi sermaye artırımlarına vergiden düşme avantajı gibi) genel olarak stratejik tutarlılıktan çok yaklaşan seçimlerin ve yavaşlayan büyümenin yükselttiği kaygılarla reaktif olarak hazırlanmış tedbirler izlenimi veriyor. Yani esas itibariyle önceliklendirme olan strateji ve proaktif yönlendirme anlayışından çok subvansiyon ve destek niteliği ağır basıyor. Bazı yönleriyle de mevcut sistemi geriye götürüyor; sözgelişi bölgesel farklılıkları azaltmayı amaçlayan ve bu haliyle AB yol haritasına da uygun düşen beşinci ve altıncı bölgelerin daha fazla tercih edilmelerini sağlayabilecek göreli avantajları, aynı teşviklerin gelişmiş bölgelere de tanınmasıyla azaltılıyor. Belli ki performansı düşen ve şikayet eden her kesime devlet baba yardımı şeklindeki klasik reçete yine devrede. Yarım kalmış bir piyasa ekonomisinde yapılabilecek olan da bundan ibaret...