Strateji yoksa hedef tutmaz
Artık neredeyse eminim ki biz tek bir konuda uzlaşma sağlıyor ve yine başka bir tek konuda istikrarlı başarı gösteriyoruz. Uzlaşma sağladığımız konu, hiçbir kesimin fedakârlık etmemesi ve nasıl olacaksa, herkesin kazanması. İstikrarlı başarı gösterdiğimiz konu ise dibe vurduğumuz zaman ortaya koyduğumuz direnç ve ayakta kalma iradesi. Buna karşılık geleceği kurgulama ve bu geleceğe yönelik bilimsel ve stratejik çaba gösterme konusunda öteden beri derin zaafımız var. Refahtan pay almaya ve tüketim konforuna iştahlıyız, ama bu iştahı kalıcı olarak gidermenin yolunun refah ve uygarlık üretimine bizim de katkı yapmamızdan geçtiğini anlamak istemiyoruz.
Yararlanmak için katkı şart
Geçen hafta kısmen değindiğimiz bu zihniyet zaafı, uluslararası anlaşmalarda aldığımız pozisyonlara da yansıyor. Bir türlü hızlanmayan AB görüşmelerinde de, son iki yıldır ABD'nin birinci önceliği olan transatlantik ortaklığın dışında kalmama çabamızda da sadece mağduriyet argümanına yaslanmamız, bizim bu ortaklıklara nasıl bir potansiyel katkı yapacağımızı tasarlayıp anlatmayı fazla düşünmeyişimiz aynı durağan ve tek boyutlu yaklaşımın ürünü.
Tarih boyunca bilim, felsefe, demokrasi ve hukuk konusunda dünya uygarlığına büyük katkılar sunmuş olan bu toprakların birikimine, 11. yüzyılın başında gelişimizden bu yana zikre değer bir ilave yapamadığımızı belirten uluslararası uygarlık tarihi kaynaklarının tümüyle doğru olmadığını kabul etsek bile bu eksikliği gidermek için sistematik bir çaba gösterdiğimiz ve lafta pek övündüğümüz ecdadımızın dünyaya en azından devlet yönetimi, eğitimde medrese modeli, tarımdaki iltizam yöntemi ya da esnaf örgütlenmesi (ahilik) gibi ilginç deneyimler kattığını bilimsel bir çerçeve içinde kanıtladığımız söylenebilir mi? Hâlâ özgün çalışmalardan çok batıdaki günlük ve popüler tüketim kültürü kopyalamalarının başarı örneği sayıldığı, arada bir filiz veren evrensel başarı denemelerinin ise uzaylı gibi karşılanıp köreldiği bir ekosistem içinde mutlu mesut yaşadığımıza göre buna pek iştahımız yok. Geçenlerde televizyon kanallarını zaplarken takıldığım İlber Ortaylı ve Celal Şengör'ün lezzetli sohbetinde bu bakımdan hiç değilse askeri strateji ve teknoloji (sözgelişi haritacılık) konusunda evrensel düzeyde sayılabilecek başarılarımız bulunduğunu duyunca bayağı sevindim ve tabii zihnimde bunca uzun eğitim boyunca neden bunların öğretilmediğini de sorguladım. (Yeri gelmişken okurlarda bu konularda bilgisi ve referans tavsiyesi olanların bana da yazmasını rica ediyorum.)
Büyümenin enflasyon esnekliği yok
Altmış beş yıllık piyasa ekonomisi sürecinde sürekli yüksek büyüme hedefleyip ama böyle hırslı bir hedefin gerektirdiği toplumsal ve kurumsal yapılanmayı sistematik bir şekilde sahiplenerek kurmayışımız da aynı nedenle. Özellikle küresel ekonomiyle bütünleşip atılım yapmaya karar verdiğimiz 80'li yıllardan beri, sağlıklı ekonomi göstergesi olan enflasyonun büyümenin altında kaldığı yıl sayısı çok az. Türkiye'nin çok başarılı sayıldığı 2008'e kadar olan dönemde dahi sadece 2005 yılında yüzde 8,4 büyümeye karşılık yüzde 7,7 TÜFE enflasyonu ile bunu sağlamışız. Bir diğer başarılı yıl da küresel krizin yol açtığı yüzde 5'lik daralmanın ardından krizin uzamasının gevşettiği likidite bolluğuyla sağlanan yüzde 9,2 büyümenin yüzde 6,4’ü aştığı 2009. Son beş yıldır da giderek düşen bir büyüme ve giderek artan bir enflasyon trendi izliyoruz. Aradaki fark 5,5 puana çıkmış durumda ve mevcut politikalarla daha da büyüyeceğe benziyor. Çok uzun yıllar çift rakamlı, hatta 2000 öncesi üç rakamlıya yaklaşan enflasyona alışmış toplumun duyarlılığı azalmış da olsa, normal bir ekonomide panik yaratması gereken bir durum bu. Oysa biz, sadece işimize gelen gerçekleri görme alışkanlığımızla büyüme hızımızı bizden 3-4 kat zengin ülkelerin artık o refah düzeyinde başarılı sayılan 1-2 puan düşük büyümeleriyle kıyaslayarak teselli buluyor, ama onların enflasyon düzeyinin sıfır olduğunu görmezden geliyoruz. Enflasyon konusunda elimiz daha zayıf; çünkü içinde bulunduğumuz ligdeki diğer ülkelerin de enflasyon oranları bizden düşük.
İşin kötü yanı gelişmiş Batı’dan farklı olarak bizde enflasyonun büyümeyi tetikleyici etkisi olmuyor artık, aksine tıpkı cari açık gibi enflasyon da arttıkça büyüme düşüyor. Üstelik bu kısır döngüden yapısal dönüşüm dışında bir çıkış olmadığı halde konjonktür ve para politikalarıyla çözüm bulma hayallerimizden vazgeçmemekte inadımız inat. Tıpkı arabesk müzikteki gibi acı çekmeyi seviyor olmalıyız.
Enflasyon vergisi ve finans merkezi hayali
Hastalıklı yapıda ısrarımız, başka konularda da sağlıklı çözümler bulmamızı zorlaştırıyor. Sözgelişi sık sık yakındığımız ve toplumsal sorgulama yeteneğimizi de sakatlayan vergi ziyaından söz ederken vergi yükünün neredeyse dörtte üçünün dolaylı olduğu için hissedilmediğini, ayrıca dünya ortalamasının çok üstündeki bir enflasyonun da aslında görünmeyen bir vergi olarak toplumun refahından çalındığını irdelemeye yanaşmıyoruz. Yani aslında epeyce bir vergi ödenmiş oluyor, ama enflasyonu da katınca bunun yüzde 80'inden fazlası harcamalar içinde gizlendiği için orta ve düşük gelirlerin sürdürülebilir olmayan bir erimeye maruz kalmasına yol açıyor.
Sonuçta devletin sosyal transferlerine ihtiyaç duyan kesimler daralacağına genişliyor, kamu maliyesi dengesi bozuluyor ve başlangıçta herkesin uzlaşmış göründüğü mekanizma sonunda hem bireylerin hem kamu kesiminin çıkmaza sürüklenmesine yol açıyor. Strateji yokluğundan yasalar ve geçici maddelerle mevzuatımızı kevgire çevirmemiz de bundan. İşte tasarruf açığını giderecek sistemin nasıl olacağına karar veremediğimiz için yıllardır menkul kıymet kazançlarındaki avantajlı gelir vergisine ilişkin geçici maddeyi son anda beş yıl daha uzatarak hem sıcak para konusundaki kırılganlığımızı kabul etmiş, hem de bunu kalıcı bir madde haline getirmeyerek güvensizlik yaratmış olmuyor muyuz?
Ulusal paranın değeri gerek enflasyon, gerek düşük faiz takıntısıyla düşerken, önkoşullarından biri güçlü para olan finans merkezi hedefini stratejik olarak öne çıkarmak da yanlış. Mark Faber'in işaret ettiği gibi uluslararası elektronik işlem platformları varken finans merkezi olmaktan çok, sanayiye kaynak yaratacak bir sermaye piyasasına odaklanmak daha önemli. Asya kaplanı Günaş Kore finans merkezi değildi, ama güçlü bir yerel borsası vardı, öyle değil mi?