Spekülatif köpük alındı ama bu daha işin başı
Merkez Bankası ve BDDK’nın aldıkları bir dizi karar sonucunda haftasonunda papaz krizinin ABD ile ilişkileri kopma noktasına getireceği endişesi ile TL’de oluşan spekülatif atakların önüne geçilerek kurlarda bir stabilite sağlanmış gözüküyor. Alınan tedbirlerin en etkilisi MB’nın Geç Likidite Penceresi’ni kullanarak ortalama fonlama faizini yüzde 19.50’ye çıkarmış olmasıydı kuşkusuz. Bu karar aynı zamanda geçen Para Piyasası Kurulu toplantısında faizi sabit tutma kararından sonra “acaba faiz artırma konusunda MB’nin üzerinde Hükümetin bir baskısı mı var?” şeklindeki spekülasyonları da boşa çıkarmak açısından önemliydi. BDDK’nın bankaların yurtdışıyla yaptıkları swap işlemlerinin hacmini daraltması da TL’nin değer kazanmasında etkili oldu. Zorunlu karşılıkların TL ve dövizde sırasıyla 2.5 ve 4 puan indirilmesiyle de sisteme önemli miktarda bir likidite sağlanmış oldu. Cuma ve pazartesi günleri toplamda 1.5 milyar doları geçen döviz efektif işlemlerinin de gayet sorunsuzca gerçekleştirilmiş olması bankalara duyulan güveni pekiştirmesi açısından önemliydi.
ABD krizinin çözülemediği, faizleri artırma konusunda MB’nin üzerinde baskı olduğu algısının devam ettiği ve en çetin şartlarda bile İMF’ye gitmenin bir tercih olarak görülmediği bir ortamda “sermaye kontrolleri”nin bazı çevreler tarafından dillendirilmiş olmasını ise çok yadırgamamak gerek. Sonuçta sermaye kontrolleri de zaman zaman bazı ülkelerin baş vurdukları bir iktisadi tedbir. (Örneğin 1998’de Malezya da İMF’ye gitmemeyi tercih ederek geçici bir süre sermaye kontrolü uygulamıştı.) Ancak, şahsen, 28 seneden beri konvertibl bir para rejimi ve 17 seneden beri de dalgalı kur politikası uygulayan Türkiye açısından sermaye kontrolleri uygulamasının normal şartlarda kısaca sayılabilecek bir sürede atlatabileceğimiz bir krizin derinleşmesine ve uzamasına sebep olacak son derece yanlış bir karar olacağını düşünüyorum. Neyse ki gerek Cumhurbaşkanı’nın her hal ve şartta serbest piyasa prensipleri içinde hareket edecekleri ve Sn. Albayrak’ın da döviz hesapları üzerinde kesinlikle bir kısıtlama getirilmeyeceği yönünde tam zamanında gelen açıklamaları bu konudaki şüphelerin giderilmesinde etkili oldu.
Öte yandan, kurlarda sağlanan stabilite acilen yapılması gereken diğer işleri geciktirmemeli.
TL’nin aşırı satışının yarattığı köpüğün alınmasıyla gelinen 6.1 seviyeleri bile önümüzdeki dönemde ekonomik dengelerin sağlanması açısından fazlasıyla yüksek. Fikir ayrılıkları ne olursa olsun, papaz krizinin bir şekilde çözülüp ABD ile olan ilişkilerin en azından minimum bir düzeyde de olsa sürdürülmesi önemli. (Geçen hafta da belirttiğim gibi ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo sonrasında Türkiye’nin enerji tedariğinin nasıl ve nereden olacağının da açıklığa kavuşturulması lazım.)
Sonrasında ise, para politikasından bile daha öncelik teşkil eden konu kemer sıkma olarak da bilinen maliye politikası’nda gerçekleştirilecek olan sıkılaştırma. Sn. Albayrak’ın demeçlerinden kendisinin bu konunun önemini fazlasıyla idrak etmiş olduğu anlaşılıyor. (Öte yandan, geçen gün sarfettiği “gerekirse mali kural uygularız” şeklindeki ifadesinde “gerekirse” kelimesinin yer almamış olmasını da tercih ederdim.) Bu bağlamda, bu seneki bütçe faiz-dışı fazlasının sene başında öngörülen 5.8 milyar TL’ye çekilmesi oldukça iddialı bir hedef. Ancak, bu hedefe yönelik olarak yapılacakların detaylı bir şekilde kamuoyuyla paylaşılması da önemli. Zira, bu sene emeklilere verilen 24 milyarlık ikramiye gibi bütçede öngörülmeyen pek çok harcama şimdiden dengeleri bozmuş durumda. Tabii ki, sıkı maliye politikasının salt bu sene için değil, 2019-21 yıllarını kapsayacak olan yeni OVP süresince devam ettirilmesi de önemli. Burada benim tercihim şeffaf bir mali kural uygulanmasından yana. Maliye politikasının netleşmesinin akabinde Merkez Bankası’nın (sadeleştirme hedefinin de bir devamı olarak) politika faizini en azından yüzde 19.50 seviyelerine çekmesi gerekiyor. Bunun için de olağan toplantı günü olan 13 Eylül’ü beklemesine gerek olmadığını düşünüyorum.