Sözlü müdahale ile devalüasyon yaratma politikası
Genellikle sözlü müdahaleler para politikasında stabilizasyon sağlamaya ve piyasaların önünü görmesine yönelik olarak kullanılır. Bizim Merkez Bankası da zaman zaman sözlü müdahalelerde bulunur. Mesela dün yayınladığı iki cümlelik “Piyasalarda gözlenen sağlıksız fiyat oluşumları yakından takip edilmektedir. Gelişmelerin enflasyon görünümü üzerindeki etkileri de dikkate alınarak gerekli adımlar atılacaktır” açıklaması da bunlardan biriydi. Ancak, sözlü müdahalelerin ille de stabilite sağlamaya ve piyasaların önünü görmesine yönelik olması diye bir kural yok tabii.
Açıkçası Sayın Erdoğan’ın da önceki gün Bloomberg’e röportaj verirken sözlerinin piyasalar tarafından son derece menfi bir şekilde algılanacağının ve piyasalardaki oynaklığı artıracağının bilincinde olmadığını zannetmiyorum. (Ola ki bilincinde değil ise, o durumda başkanlık sistemine geçme arifesinde olan Türkiye için başka başka risklerden de bahsetmek durumunda kalırız.) Peki, bilincinde ise, Türk Lirası’nda yaratılmakta olan bu oynaklık, daha doğrusu “değer kayıpları” ile ne amaçlanmakta olabilir?
Amaçlardan biri devalüasyon sayesinde cari açığımızı düşürmek olabilir mesela. Ancak, 2013’ten beri dalga dalga gelen değer kayıplarına rağmen cari açığımız da düşüş değil, aksine artış söz konusu. Oynaklığın ve siyasi ve ekonomik belirsizliklerin arttığı, aynı zamanda maliye politikasının giderek gevşediği bir ortamda, üstelik dış piyasalarda petrol ve dolar aynı anda değer kazanmakta iken salt TL’deki değer kaybının cari açıkta anlamlı bir düşüş sağlaması oldukça zor.
Diğer bir amaç TL satarak yurtdışına çıkmak isteyen yatırımcıları cezalandırmak olabilir. Ancak bunun için devalüasyonu bu kadar ekstrem noktalara taşımaya hiç gerek yoktu. Zaten, ABD faizlerindeki artış ile birlikte satışlar artmış ve TL de oldukça değer kaybetmiş durumdaydı ve istatistiklerden de görüldüğü gibi son dönemde çıkışlar ister istemez zayıflamıştı. Ancak, siz belirsizliğin daha da artacağı (ve bir noktada böyle bir durumun sermaye kontrollerini bile akla getirebileceği) bir senaryo yaratırsanız, yabancı yatırımcılar kendi kollarını kesmeyi bırakın, kafalarını bile keserek çıkmak isteyebilirler.
Kurları hızla yukarı çekmenin bir başka amacı da Türkiye’ye önümüzdeki dönem “varlık barışı” veya diğer yollarla girmesi beklenen dövizler için (TL varlıklar üzerindeki alım gücü bakımından) daha cazip bir ortam yaratmak olabilir. Ancak Türkiye’ye döviz getirecek olan yatırımcıların kurun seviyesinden çok ekonominin istikrarına ve büyüme potansiyeline baktıkları muhakkak. Ayrıca, bugünkü konjonktür altında buradan çok fazla bir para girişi beklemek de fazla iyimserlik olur. (Geçen seneki varlık barışından sadece 2 milyar dolar kadar bir döviz gelmişti.)
Devalüasyonun sağlayacağı bu muğlak ve geçici avantajların yanında çok daha kalıcı ve tahripkâr etkileri söz konusu. Devalüasyonun yüksek kur geçişkenliği dolayısıyla enflasyonu daha da artıracağı ve bunun sonunda da MB’nin (er ya da geç) politika faizlerini daha da fazla artırmak zorunda kalacağı noktasını geçiyorum. Daha tehlikeli olan halihazırda özel sektörün 220 milyar doların üzerinde bir döviz açık pozisyonu olması. MB’nin 2016 verileriyle yaptığı bir çalışmaya göre açık pozisyonların yaklaşık yüzde 30’u hedge işlemleriyle koruma altında. Döviz artışından en çok darbe yiyecek şirketler ise döviz geliri olmayan inşaat, ulaştırma ve enerji sektöründe faaliyet gösteren şirketler. Bunların açık pozisyon payı yaklaşık olarak toplamın yüzde 50’si. Bunların hedge oranının da yüzde 30 olduğunu varsayarsak, özel sektörde yaklaşık 80 milyar dolarlık korunma altına alınmamış açık pozisyon olduğu sonucuna varabiliriz. Bu da bu şirketlerin son 1 senede yaklaşık 80 milyar TL kur zararı yazdıkları anlamına geliyor. Altından kalkması çok zor bir meblağ doğrusu.