Sosyalizasyon
Sosyalizasyon toplumların başat değer ve kurallarının bireylere öğretilmesi sürecine verilen isimdir. Bu başlığı geçen haftaki yazımda kullandığım ‘Şirket Kültürlerinin İnşası’ başlığı yerine kullanabilirdim. Bu haftaya sakladım.
Kendine özgü kültürü olmayan şirket yoktur. Şirket elemanları çoğu kez şirketlerinin kültürlerini kendi kendilerine öğrenirler çünkü çok az şirket bilinçli bir sosyalizasyon programı uygular. Bu tür bir programın yokluğunda oluşabilecek ‘ters etkili-counterproductive’ şirket kültürü yorumlarından ve bu kültüre uygun davranışlardan en şikayetçi olanlar da işlerini yapmayan yöneticilerdir.
Kültürler ve sosyalizasyon programları toplumlarda doğal bir şekilde asırlar sonucu oluşurlar. Şirketlerde bu süre çok kısadır. Bilinçli bir sosyalizasyon programı uygulanmadığı hallerde bile süreçler çabucak oluşur. Bir kültür ve program nasılsa oluşacağına göre, nasıl toplumlar bireyleri kendi öğrensin diye başı boş bırakmazlarsa, şirketler de elemanlarını şirket kültürü konusunda başı boş bırakmamalıdırlar. Bu nedenle bugün tasarlanmış veya kendi kendine oluşan sosyalizasyon programlarının üç temel öğesini size öneklerle anlatmak istiyorum.
Rahmetliler Dedem ve Babam birer duble eşliğinde herkesin bulunmaya mecbur olduğu akşam sofrasında damat-kayınpeder sohbetleri yaparlardı. Benim büyüme yaşlarımda bu sohbetlerde en az üç kere dinlediğim bir kahramanlık hikayesi vardı. Cezayir’in doğusundaki Tlemsan kalesinde kuşatılan Oruç Reis, İspanyollar ve yerel emirlerle aylar boyu savaşmış. Yerli halkın ihaneti üzerine, Cezayir’e dönmek için düşman kuşatmasını yarıp dışarı çıkmaya çalışmış. Düşmanı yararak bir kısım leventleriyle birlikte ırmağı geçmiş. Kurtulacak. Ancak, çoğu yaralı, yirmi kadar levendi düşman tarafında kalmış. Oruç Reis, kurtulma ümîdi olmadığını bile bile, leventlerini yalnız bırakmamak için tekrar düşmanları arasına dalmış. Tek kollu Reis, yanındaki son levendin de öldüğünü gördükten sonra, aldığı mızrak yarası sonucu 48 yaşında ölmüş. Bu olayı ikisi de ezbere bilmelerine rağmen neden ikide birde anlattıklarını sonraları anladım. Yoldaşlarını arkada bırakmamak için bile bile ölüme giden Oruç Reis’in hikayesi ben bir kahraman tanımı örneğine sahip olayım diye tekrarlanıyordu. Bunun gibi bir çok kahraman tanımı aktaran hikayeler verilirdi bu sohbetlerde.
21 yaşımda üniversite son sınıfta henüz öğrenciyken nişanlandım (merak edenler için eşimle 49. yılımızı bu yaz kutlayacağız.) Ailenin akşam sofralarına artık nişanlımla katılıyorum. Babam ve Dedem sofralarında bir bardak bira veya bir kadeh şarap içmeme bir şey demezlerdi ama rakı ikramı yoktu. Evin dışında ne halt ettiğim sorulmazdı ama. Dedem bana çavuş diye hitap ederdi (bende şimdi torunum Erol’a çavuş diyorum.) Bir akşam yine soframıza oturduk. Dedem Kanuni Hacı Arif Bey’in en küçük oğluydu. Abisi ünlü bestekarımız Zeki Arif Bey'di. O nedenle herhalde soframızda şiir, müzik veya bu konulardaki sohbetler sıkça olurdu. Övünmek gibi olsun klasik Türk müziğini iyi icra ederim. O zamanlar gencim ve sesimde rahmetli Barış Manço’ya göre az rastlanan tınıdaydı. Bir akşam şarkı faslına geçmeden önce Dedem “Çavuş bir tek alacak mısın?” diye sordu. Sofralarında rakı içmek bir hak kazanımıydı. Bu hak o akşam bana verildi. Bu ‘hak kazanımı’ adeta törensel bir ciddiyetle deklare edildi.
Çocukluğumda bayramların birinci günü babaanne ziyareti yapılırdı. Bayramlardan sadece biri için dar bütçemiz çerçevesinde alınan ve yabanlık denilen yeni elbiseler ve ayakkabılar giyilir ailecek babaanneye gidilirdi.
Babaannem çakır gözlü belli ki gençliğinde çok kalp yakmış güzellikte ince bir kadındı. Yatağından çıkamıyordu. Pencere kenarına yerleştirilen yatağında doğrulur ziyaretçileri ağzından hiç düşmeyen birinci sigarası ile beklerdi. Yastığının altında lavanta kolonyası ve yedek birincileri dururdu. Aile fertleri babaannenin hikayelerini birbirlerine anlatır ziyaret sırasını beklerdi. Bu hikayelerden birine göre okuma yazma bilmeyen Fevziye Hanım ailenin tüm erkekleri İstiklal Savaşı'na gidince geride kalan 20-30 kişilik kadın ve çocuğu elinde tüfek, art sırtında arabalarla Isparta’dan İstanbul’a taşıyan bir ‘Osmanlı Kadınıydı’. Aile fertleri yaş sırasına göre huzura girerler, el öperlerdi. Biz çocuklar mendile sarılı üç-beş lira bayram harçlığını alır sonra bayram yemeğine katılmamız talimatı gelene kadar beraber azardık. Başımızda halamız Sabiha atmaca gibi durur efendilik ve hanımefendilik dışı davranışları gerekli mercilere rapor etmeden hallederdi. Bu bayram ziyaretleri başlı başına bir törendi. Bu törenlerde aile, aile büyüğü, aile reisi, saygı gibi kavramlar anlatılırdı. Benim bu konulardaki hassasiyetimi bilen akrabalarım bunun büyük bir kısmının bu tür seremonilerden kaynaklandığını da bilirler.
Bunları neden anlattım? Sosyalizasyon programlarının üç temel öğesine örnek vermek için. Bilinçli bir sosyalizasyon programı misyonumuz, vizyonumuz, değerlerimiz gibi afiş olmaktan öteye gitmeyecek metinlere emek vermek yerine önce nasıl bir şirket kültürü istendiğinin tanımının (geçen hafta bu tanıma temel oluşturacak boyutları vermiştim) yapılması ile başlar. Daha sonra bu tanıma uygun üç öğe planlanır: (1) Kahramanlar; (2) Hak kazanımları ritüelleri; ve (3) Seremoniler. Devam edeceğiz.
Sağlıcakla kalın.