Sorun üç bakan değiştirilmesini aşmaktadır!
12 Eylül sisteminin etkili olmaktan çok uzak bir düzenlemesi geçtiğimiz hafta içinde sessizce yürürlüğe girdi. Kabinemizde üç tane yeni bakanımız var: Adalet, İçişleri ve Ulaştırma. Acaba bu beyler bakan olmadan önce hangi işle iştigal ederlerdi, diye soracak olursanız, başında bulundukları bakanlıklardaki müsteşarlık görevini deruhte ediyorlardı. Peki, niye bakan yapıldılar?
Malumunuz, 1982 Anayasasını yapanlar, seçim dönemlerine girildiğinde, seçimlerin yürütülmesinde önemli rolü olduğu düşünülen üç bakanlığın tarafsız kişilerce yönetilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu değişiklikle görev seçimle gelen siyasilerden alınıyor, daha tarafsız yürütecekleri düşünülen kişilere veriliyor.
12 Eylül'ün bu uygulaması iyi niyetli olmakla birlikte inandırıcı olmaktan uzaktır. Şayet bu bakanlıkların iktidar partisine özel yakınlığı olmayan, partilere eşit mesafede duran birilerine verilmesi istenmişse -ki amaçlanan buydu- o zaman atamaların parlamentoda grubu bulunan tüm partilerin, hiç olmazsa ana muhalefet partisinin onayına bağlı kılınması gerekirdi. Üçte iki çoğunluklu bir onay mekanizması da kurulabilirdi. Yoksa, iktidar partisinin atayacağı "tarafsız" bakanların tarafsızlıklarının iktidar partisine mensup bakanların tarafsızlığından farklı olmasını beklememiz için sebep yoktur.
Konunun esasına ilişkin bir soru soralım: Anılan bakanların bir partiye mensup olması, seçimle ilgili işleri tarafsızlıkla yürütmelerine engel midir? Soruya peşinen evet ya da hayır, diye cevap vermek yerine biraz düşünelim. Eğer bir ülkede tarafsız bürokrasi geleneği varsa, siyasi partiler demokrasi kuralları üzerinde anlaşmışlarsa, böyle bir uygulamaya gerek yoktur. Zaten bizdeki uygulamaya çoğu demokraside rastlanmıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa'da iktidarı ele geçirmeye çalışan komünistler, katıldıkları koalisyonlarda olağan siyasi süreçler içinde önemli olduğu düşünülen maliye, dış işleri gibi bakanlıklar yerine adalet, içişleri ve ulaştırma bakanlıklara talip olmuşlar, bu bakanlıkları kullanarak seçimlerde kendi yandaşlarının başarılı olmasını sağlamayı öngörmüşlerdi. 1982 Anayasası'nı hazırlayanlar, belki bu tecrübenin etkisi altında kalmışlardır.
Biz demokrasinin işlemesindeki anahtarın "tarafsız" bakan atamak olmadığını, demokrasinin bir denetleme ve dengeleme sistemi olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Bir görev sahibi, "taraflı" davranmasının maliyetinin "tarafsız" davranma maliyetinden yüksek olması durumunda, "tarafsız" davranmayı tercih eder. Eğer "taraflı" davranmayı isteyen bir bakan, basın tarafından yaptıklarının sergilenmesi sonucu önemli siyasi kayıplara uğrayacağını düşünüyorsa, başında bulunduğu bürokrasiye kurallara uygun olmayan tarafgirane talimat vermesi durumunda direnişle karşılaşmayı ve böylece hem etkisiz kalıp hem de siyaseten zaafa uğramaktan çekiniyorsa, icraatının yargıya gönderilmesi durumunda iptal edileceğini kestiriyorsa, kendini "tarafsız" davranmaya mecbur hisseder. Yoksa, siyaset dışından gelse de, kendisini göreve getirenlerin siyasi çıkarlarına uygun hareket edebilir.
Görebildiğim kadarıyla, şu andaki sorunumuz devlet kurumlarının partizanlaştırılması, basının giderek etkisizleştirilmesidir. Demokrasimizin tedaviye muhtaç sorunu budur ve bu, müsteşarların üç ay için bakan yapılarak kamu otoritesinin "tarafsız" davranacağını beklemenin ötesinde bir meseledir.