Sonuçları değil sebepleri düzeltmeli

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Tıpkı geçen yılın son çeyreğinde olduğu gibi 2018 ilk çeyrek büyümesi de %7’nin üstünde geldi ama bu defa ilkindeki ihtiyatlı sevince bile imkan olmadı. Zira ilkinde ancak verileri yakından izleyenlerin sahip olduğu sürdürülebilirlik kaygısı, önce dolar sonra faizdeki roket yükselmeler ve enflasyonda artış ile bu defa sokaktaki vatandaşa da yayıldı. Böylece bir yandan ülkenin mevcut koşullarında borçlanarak tüketim ve ithalat sürdürülemeyeceği, öte yandan bunu gizlemek için faizleri baskılamak ve kulağı tersten göstererek politika faizini sabit tutup esnek faiz koridoru, gecelik oranlar ve istisnai geç likidite penceresini mutad hale getirmek gibi karmaşık uygulamaların çıkar yol olmayacağı de açığa çıktı. Dile kolay, 23 Mayıs’taki olağanüstü ve 7 Haziran’daki olağan toplantılarla uzun süredir %8 düzeyinde tutulan politika faizi (yani haftalık repo ihale faizi) iki katından fazla yani 9.75 puan artışla %17.25’e, gecelik faiz tavanı %19.25’e ve zaten fiilen asıl oran haline gelmiş olan geç likidite faizi de %20.75’e yükseltildi. Gecikmeden dolayı beklenenden daha fazla yapılmak zorunda kalınan bu faiz artışlarına rağmen döviz kurunun beklendiği kadar düşmemesi ve bu iki hafta içinde beklendiği kadar portföy girişi olmaması da sorunun faiz-kur ikilemini aşan çok boyutlu bir risk algısı kötüleşmesine dönüştüğünü gösteriyor.

Kaderimiz kırk katır ya da kırk satır

Aslında beklentilerin olumsuzluğu ve güven eksikliği nedeniyle Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi ama arıza, yabancıların seçim öncesi portföy bozdurup riskten kaçınmayı tercih etmesiyle, umulandan önce ortaya çıktı. Zaten yetkililerin tepkileri de bu farkındalığı teyid ediyor. Başbakan Yardımcısı Şimşek, OVP’de büyüme hedefinin (%5.5) bu kadar yüksek olmadığını, artık dengeleme sürecine girileceğini söyleyerek büyümenin sorunlu olduğuna işaret ederken, Cumhurbaşkanı’nın seçimin hemen ertesinde OHAL’in kaldırılacağını belirtmesi de risk algısının ülke imajını da içeren karmaşık niteliğinin kabul edildiğinin göstergesi. Maliye Bakanı Ağbal da bütçe dengesi ile ilgili olarak yapılacak harcama kısıntılarında ,vergi ayarlamalarında ve zamlarda enflasyonla mücadelenin öncelikli olarak dikkate alınacağını vurguluyor.

Anlaşılan o ki, seçimin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’deki yapı bozukluğunun bugünden yarına düzelmesi mümkün olmadığı için ilk hedef ekonomideki kısa vade baskısının kırılması olmalı; o da büyümenin yavaşlatılmasına bağlı. Kaldı ki istemesek de bu yavaşlamanın mecburen gerçekleşeceği, göstergelerdeki patlamalardan yani dikiş atmalardan belli. Yapılması gereken, bu sürecin kontrollü yönetilmesi; can sıkıcı olan, bunun için de artık geç kalınmış olma ihtimali. Oysa çok değil daha dört yıl önce 2014’te aynı süreci bir kez daha yaşamıştık; kurumsal istikrarın ve yatırımcı güveninin aşınması sonunda sıcak para akışı aksamış, ancak yine faizleri sabit tutma kaygısıyla seyirci kalınan kur artışı rezerv satışları ile önlenemeyince politika faizi şimdikinden de fazla 5.5 puan arttırılarak %10’a yükseltilmek zorunda kalınmıştı.

Gecikme hem faizde hem döviz kurunda yeni denge düzeyinin daha yukarıda oluşmasına yol açmıştı. Gerçi bu defa da seçim sonrasında döviz kurundaki direnci kırmak için faiz artışına devam edilmesi ihtimali var. Ancak bu faizlerle zaten sermaye açığı ve bilanço riski içindeki reel sektör ve dolayısıyla istihdam görünümünde vahim sonuçlar ortaya çıkabileceği de bir gerçek. Gelin görün ki kendi tasarruflarınız yetmediği için sürekli dışarıdan borçlanıp ( yani faizle başkalarının gelirini ödünç kullanıp) üstelik bunu tüketimde ve gelir yaratma kapasitesi sınırlı alanlarda kullanırsanız eninde sonunda kırk katır ya da kırk satır seçenekleri arasında kalmanız kaçınılmaz oluyor.

Borçlanma limiti çoktan doldu

Tıpkı aileler ve firmalar için olduğu gibi milli ekonomiler için de borçlanma olağan bir finansman aracı; üstelik vadesi ve koşulları belli olduğu için sözgelişi sıcak paradan daha emniyetli ama limitinin aşılmaması şartıyla. IMF gibi uluslararası kuruluşlar bu limiti, borç servisi kapasitesinin bir ölçüsü olarak, ihracatın iki katı şeklinde kabul etme eğilimindeler. Bana makul gibi gelen bir diğer yöntem toplam yıllık tasarrufun üç katını sınır saymak. (Ancak döviz kurundaki oynaklık nedeniyle bunu da iki kat tutmakta yarar var.) Ayrıca borçlanılan kaynakların verimli yani katma değeri, kişi başı geliri ve ihracatı arttıracak şekilde kullanılması da gerekli. Bizde ise hem bu sınırlar çoktan aşılmış durumda, hem de bu borçlar gereğince verimli kullanılmamış durumda.

Reel sistemdeki ekosistemi, ithalata bağımlı ve düşük teknolojiye dayalı modeli değiştirmeden borçlanmaya, hele de dışarıdan borçlanmaya devam etmek sürekli krize ve yalpalamaya davetiye çıkarmak demek. Temeldeki sebepleri değil yüzeydeki sonuçları düzeltmeye çalışarak bu kısır döngüden kurtulamayız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019