Son olaylar ışığında ekonomi, hukuk ve etik
Bu üç kavramın ardarda sıralanması ilk başta tuhaf gelebilir. Ama ülkemizin toza dumana büründüğü son üç haftanın tablosu karşısında, kavramların aşağıdaki sözcüklerle birlikte ele alınıp değerlendirilmesi halinde çok anlamlı bir hale dönüşeceğini düşünüyorum. Sözcükler şöyle:
“Şövalyelik kahramanlığa
Krallık şerefe
Kapitalizm ahlaka dayanır”.
Beni öteden beri çok etkileyen bu sözcükler Montesquieu’ya atfediliyor. Bu sözcüklerin Montesquieu’ya ait olduğunu kanıtlayan bir bulguya şimdiye kadar ben şahsen rastlayamadım. Ama bu sözler O’na çok yakışıyor diye düşünüyorum.
Bilindiği gibi Montesquieu 1689-1775 yılları arasında yaşayan bir Fransız siyaset felsefecisi ve kuramcısı. Güçler ayrılığı kuramıyla siyaset biliminin ve anayasa hukukunun öncülüğünü yapan önemli bir kişi. Kanunların Ruhu adlı eserinde, yönetim sistemlerinin sınıflandırılmasına ilişkin monarşi, aristokrasi ve demokrasi şeklindeki klasik ayrımı bir yana bırakarak yeni bir sınıflandırma getirmişti: “Erdeme dayalı cumhuriyet, şerefe dayalı monarşi ve korkuya dayalı despotluk”.
Evet, şövalyeliğin dayandığı “kahramanlık” hakikaten hem şerefli ve hem de ahlaklı olmayı içeriyor. Kahraman olan kişi hem şerefli ve hem de ahlaklı olma durumunda. Ama şövalyelik günümüzde artık çok gerilerde kaldı. Miguel Cervantes’in ünlü romanı Don Kişot, 1605 ve 1615 yıllarında iki bölüm halinde yayımlanmıştı. Demek ki 400 yıl önce bile bir zamanların anlı şanlı şövalyeliği, yel değirmenlerine karşı giriştiği mücadeleyle başarısızlığı baştan tescillenmiş komik bir figüre dönüşmüştü. Şövalyeliğe, günümüz de dahil, hep saygı duyuldu. Ama zamanı artık geçti. Zamanın ruhu insanlığa yeni paradigmalar, yeni davranış kalıpları, yeni toplum düzenleri getirdi. Bunu kabul etmeyip şövalyeliğe soyunanlar hep hüsrana uğradı. Büyük fedakarlıklara ve zorluklara, hatta büyük acılara katlanmalarına rağmen başarısız oldular. Zamanın getirdiği yeni şartlar ve oluşumlar eskinin geriye dönmesine izin vermedi. Yakın zamanımızın herhalde son şövalyesi olarak kabul edilebilecek kişi olan, şahsen benim de büyük sevgi ve saygı duyduğum Che Guevara’nın da kaderi aynı olmadı mı? Kendisini Don Kişot gibi hissettiğini, babasına yazdığı bir mektupta aşağıdaki sözcüklerle dile getirmişti: “Dizlerimi Rosinante’nin sağrılarında hissediyorum.”. Rosinante’nin Don Kişot’un atının adı olduğunu hatırladığımızda bu gerçek, açık bir şekilde farkedilmektedir.
Krallığın dayandığı “şerefin” ise aynı zamanda kahraman olması da gerekmiyor. Ama şerefli olmanın ahlaklı olmayı da olmazsa olmaz bir şart olarak içerdiği muhakkak. Şerefli insan bir kahraman olmak zorunda olmasa da, muhakkak ahlaklı olmak zorunda. Ama krallık da zamanımızın çok gerilerinde kaldı. İleri toplumlar krallara ancak bir simge olarak kaldığı sürece katlanıyor ve saygı gösteriyor. Devlet güçleri kralların kraliçelerin elinde değil artık. Sibel Can’ın yıllarca önce bir şarkısında dile getirdiği gibi, artık çağımızda “kimse şah değil, padişah değil”.
“Kapitalizm ahlaka dayanır” derken herhalde geçmiş dönemlerin vahşi veya sömürücü kapitalist düzenini değil, Montesquieu’nun yukarıda sözü edilen sınıflandırılmasındaki “erdeme dayalı cumhuriyet”i anlamalıyız. Kuvvetler ayrılığına dayanan toplumsal düzenlerde yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden bağımsız, ama dengeli ve ahenkli bir biçimde varlıklarını sürdürmelerini anlamalıyız.
Bilgi toplumunun küresel ekonomik ortamında artık doğruluğuna kesin olarak inanılmış ideolojiler değil, çağımızın paradigmaları ve değerleri önem kazanıyor. Farklılığın, zenginliğin en verimli kaynağı olarak kabuledildiği bilgi toplumunda, farklı görüş ve değerler çatışma ve sövüşme içinde değil, karşılıklı saygıya dayanan uyum içinde birlikte neva bulabilmelidir. Çağımızda böylesi bir düzene kahraman şövalyelerle ve şerefli krallarla değil, hak ve adalete dayanan adil bir hukuk sistemiyle ulaşılacaktır. Binlerce yıldan beri insanlığın bilip tanıdığı, ama tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen “etiğin altın kuralı” bilgi toplumunda da geçerliliğini korumaktadır: “Başkalarının sana yapmasını istediğini sen de başkalarına yap! Başkalarının sana yapmasını istemediğini sen de başkalarına yapma!”. Ama unutmayalım. Bu ideale çağımızda şövalyelikle krallıkla değil, ancak hak ve adalete dayanan bağımsız ve özgür bir hukuk devleti ile, toplumun tüm kesimlerinin gerçek ve ölçülü biçimde temsil edildiği bir yasama gücü ile; görev ve sorumluluklarının bilincinde, şeffaf ve denetime açık bir yürütme gücü ile ulaşılabilir. Güçler arasında sosyal sınıflar, siyasal partiler ve hatta bireyler arasındaki karşılıklı saygıya dayanan bir uyum içinde ulaşılabilir. Çatışma, sövgü, hakaret bu uyumun en büyük düşmanlarıdır. Unutmayalım, Gandi’nin sözleriyle, “sıkılmış yumrukla el sıkılmaz”. Ancak ellerimizi olabildiğince açarak el sıkışabiliriz. İnsanların el sıkışırken ellerini açmalarının şu anlama geldiğini okumuştum bir yerde: “Elimde seni öldürecek bir silah yok, bana güvenebilirsin!” Selamlaşırken şapka çıkarmanın da, “elindeki kılıçla kafamı koparmayacağına güvendiğim için miğferimi çıkarıyorum!” anlamına geldiğini de yine bir yerlerde okumuş veya duymuştum. Evet; birbirimize güvenelim, birbirimize saygı ve sevgi ile, şefkatle ve dostça yaklaşalım. Sövgü ve yergi değil, övgü ve kompliman bizleri birbirimize yaklaştıracak. Yeter ki övgümüz yalanlara değil gerçeklere dayansın. Ne kadar farklı olursak olalım, karşılıklı güven ve saygı uyumumuzu artıracaktır. Bunu sağladığımızda farklılık çatışmaların ve kavgaların değil, zenginliğin kaynağını oluşturacaktır. Tanrının insanlara neden iki kulak verirken sadece tek bir ağız vermiş olmasının hikmetini unutmayalım. Dinlemesini çok iyi bilelim ve söylediklerimize çok dikkat edelim. Evet, “söz ağızdan çıkıncaya kadar sizin kölenizdir, ama ağızdan çıktıktan sonra siz onun kölesi olursunuz.”.
Unutmayalım, komplimanın ve saygının, gülümsemenin ve hoşgörünün maliyeti yoktur. Ama getirisi pek çoktur. Bugünlerde de bunlara çok ihtiyacımız var.