Şimdi ne olacak?
Seçimler de bitti. Erken seçim veya koalisyon, iş hayatı şu veya bu şekilde devam edecek. Ben dahil tarafsız hemen herkes seçim meçim bir tarafa ekonomik gidişatın çok iyi olmadığı konusunda görüş birliğindeydi. Bu seçim sonuçlarından bağımsız bir öngörü. Benim bu konudaki kanım değişmiş değil. Yani bir ekonomik durağanlık veya daha beterinin olasılığının yüksek olduğunu düşünüyorum. Nedenlerine girerek kafanızı şişirmek istemem. O konuda yeteri kadar yazı var. Ancak seçimlerle yazılanların hepsine katılmadığımı da bir kez daha vurgulamak isterim. Özellikle “Siyasi istikrar gitti. Bu nedenle ekonomi zarar görecek” deyişlerine katılmadığımı bir not olarak düşerek konuma geçmek istiyorum. Sadece şunu söyleyeyim: Siyasi istikrar denilen şey zaten başında ekonomimizi raydan çıkaran üretim olarak karşılığı olmayan spekülatif para akımını olumsuz etkiler o kadar. Bu gidişat zaten kaçınılmaz idi. Eğer şirketiniz bir eski patronumum dediği gibi “Herkes kendi parasıyla para kazanabilir. Marifet bunu başkasının parasıyla yapmak. Hele hele bu para sahiplerine geriye fazla bir şey vermeyeceksen” felsefesine dayanarak hayatta kaldıysa sıkıntı olacak demektir.
Her neyse yöneticilerin inşallah hayırlı olur falan diyerek ipin ucunu bırakacak bir lüksü olmadığına göre şimdiden ne yapacaklarını salim kafayla planlamaları gerekiyor diye düşünüyorum. Bu yazı dizisine bahsettiğim ‘salim kafanın’ global düzeyde olması, beklenen ucuz paranın azalması, yani kolay finansmanın zorlaşması konusunda neler düşünmesi gerektiğiyle başlayacağım.
Önce bazı gerçekler. Okuma yazma bilen ve konuda okuyan hemen herkes bilir ki kapitalist ekonomiler zaman içinde ulusal ve giderek uluslararası düzeyde az sayıdaki şirketlerin hakimiyeti altına girme eğilimi gösterirler. Bunun nedeni çok basittir. Pazarlar büyüdükçe az sayıda şirket bu pazarlara hizmet için gerekecek sermayeyi doğrultabilir. Bu nedenle gereken sermayeyi bulabilen büyük şirketlerin piyasa hakimiyeti genellikle kalıcıdır. Yine aynı nedenle az sayıda şirketin hakimiyetinde olmayan pazarlar genellikle küçük pazarlardır. İşçi başına gereken sermaye oranları (sermaye/emek) bu pazarlarda daha düşüktür. İşte son on yıllarda birçok örneğini gördüğümüz bazı yazılım şirketlerinin parmak ısırtan yükselmelerinin nedeni de bu. Bu nedenle bazı yazarlar küçük şirketlerin bir şeyler yapabilmeleri için sermaye/emek oranlarının düşük olduğu pazarlara yönelmeleri gerektiğini ileri sürerler. Ancak bu oranın düşük olduğu pazarların çoğu da kalıcı değildir. Büyürler ve çabucak ‘büyük şirket’ hakimiyeti rüzgarlarının estiği pazarlar haline gelirler. Bilgisayar çağına delikli kart ve Fortran program dilinde çarpım tablosu yazılımlarıyla giren nesil arkadaşlarım Lotus şirketini anımsayacaklardır. Doğru hatırlıyorsam Lotus 1-2-3 deniliyordu. IBM 1995 yılında bu şirketi 3.5 milyar dolara satın aldı. Bu para yirmi milyon nüfuslu Nepal’in tüm yıllık üretimine eşdeğerdeydi. Tanıştığım birçok genç girişimcinin hayallerini süsleyen evlerinin oturma odasından (Amerika’da garajlardan) yazılım pazarlarına girip şirketi satarak zengin olma hayallerinin altında yatan da bu.
Uluslararası rekabet koşulları altında yaşayabilmek için gereken sermayeyi tedarikte ucuz paranın azalması veya pahalılaşması, hatta bir çok şirket için olanaksız hale gelmesi önümüzdeki dönemin bir gerçeği olarak karşımıza çıkabilir. Bu nedenle herkesin sermaye / emek oranlarını düşük olduğu pazarlara yönelmek istemesini doğal karşılamak gerekir. Ancak gerek girişimcilerin gerekse diğer küçük şirketlerin gözden kaçırdıkları bir şey var. Ana fikir sermaye /emek oranlarının düşük olduğu küçük pazarlar bulmak değil optimal büyüklükte pazarlar bulmak. Yazılarımı takip eden okurlarım ‘optimal pazar büyüklüğü’ kavramını anımsayacaklardır. Optimal büyüklükte bir pazar ille de sermaye / emek oranlarının düşük olduğu pazarlar değillerdir. Bunun tersi de doğrudur. Sermaye / emek oranlarının düşük olduğu pazarlar ille de optimal büyüklükte değillerdir.
Optimal büyüklükteki pazarlar şirkete sermayenin beklentisi olan dönüşümü sağlamanın yanı sıra rekabete bir dereceye kadar kapalı olan pazarlardır. Yani pazar bir şirkete yatırılan sermayenin o sermayenin başka kullanımlarından getirebileceği dönüşümden fazlasını getirirken bir başka şirketin o pazara girmesi için yapması gereken yatırımı haklı kılacak dönüşümü sağlamazlar. Başka bir deyişle bu tür pazarlarda rekabet etmeye değmez. Sonuçta önümüzdeki dönemde şirketlerin yapması gereken şey optimal büyüklükteki pazarları bulmaktır. Bu pazarlar aynı zamanda sermaye / emek oranlarının düşük olduğu pazarlarda olurlarsa bakarsınız Türkiye’den de bir gün Luxottica, Menu Foods, Monsanto, Quanta, Max Martin, InBev, WD-40, Lululemon, Sirius, Fair Isaac, Molycorp, gibi şirketler çıkar. Zaten çıkmazsa işimiz zor. Bu şirketleri tanımıyorsanız aldırmayın. Çok az kişi tanır. Devam edeceğiz.
Sağlıcakla kalın.