şimdi daha kırılganız
UFUK TURU / Fatih ÖZATAY [email protected] Şüphesiz 2001'e göre ekonomik temellerimiz çok daha sağlam. Dış şoklara karşı çok daha dirençliyiz. Kriz sonrası dönemde çok sayıda olumsuz dış gelişmelerle karşılaştık. Bunların çoğunu az hasarla atlattık. Hasar açısından 2006'nın bahar aylarında başlayan uluslararası çalkantı öncekilere göre daha olumsuz sonuçlar doğurdu. Bu çalkantının enflasyon ve faiz açısından yarattığı olumsuzluklar tam ortadan kalkmadan 2007 yılının iç siyasi gerginlikleri yaşandı. Şunu yazının başında belirtmekte yarar var. 2006'nın bahar ayında başlayan süreç sonunda geldiğimiz noktada, ekonomimiz 2006 çalkantısının hemen öncesine kıyasla daha kırılgan. Bundan sonrası için bu olguyu dikkate almakta yarar var. Neden böyle? Kur ve faiz kırılganlığı göstermiyor Önce daha kırılgan olduğumuzu göstermeyen göstergelerden başlayalım. 30 Nisan 2006 tarihinde 1 Euro ve bir dolardan oluşan döviz sepeti 2.98 YTL değerindeymiş. Yaklaşık iki ay sonra, 26 Haziran 2006'da kur en yüksek noktasına ulaşmış ve 3.84 YTL olmuş. Bu kadar kısa sürede kurdaki artış oranı tam yüzde 29. Aynı karşılaştırmayı son deprem için yapalım. İki farklı başlangıç tarihi alalım: 15 Ekim 2007 ve 14 Ocak 2008. Son depremde döviz sepetinin ulaştığı en üst düzey, mart ayının son günü gözlendi: 3.4 YTL. Ekim ayının 15'inde bu değer 2.86 YTL düzeyindeydi. Ocak ortasındaki değer ise bir kuruş daha düşüktü. Kısacası ekim ortasından bu yana, yani 5.5 ay gibi bir sürede kur yüzde 19 oranında yükselmiş. Aynı değer 2.5 aylık ikinci dönem için de geçerli. Çarşamba günü itibarıyla ise sepetin değeri mart sonundaki değerinin altında olmakla birlikte ona yakın bir düzeydeydi. Dolayısıyla, salt kurdaki hareketler açısından ele alınınca, bu depremin kendinden önceki son çalkantıya göre ilk farklılığı hemen belirleniyor: Kurdaki hareket hem daha düşük bir düzeyde, hem de yavaş yavaş oluşuyor. Üstelik yukarıya doğru olan eğilim etrafında sık sık aşağıya doğru yönelişler gözleniyor; dalgalanma çok fazla. Dikkatinizi çekmek isterim. 'Deprem' ve 'çalkantı' sözcüklerini özellikle kullandım. Son yaşadığımız deprem niteliğinde iken, öncekini olsa olsa çalkantı olarak sınıflandırabileceğimiz gerçeğine karşın, çalkantıda gözlenen kur hareketi çok daha yüksek ve daha ani. İkinci gözlem piyasada oluşan faiz ile ilgili. 2006'daki çalkantının başlangıcında piyasa faizi yüzde 13.7 düzeyindeymiş. Kurun zirveye çıktığı 26 haziran günü ise ulaştığı değer yüzde 22.8. Dokuz puanı aşan bir sıçrama söz konusu. Farklı bir ifadeyle neredeyse yüzde 50'ye varan bir artış yaşanmış piyasa faizinde. İçinde bulunduğumuz depremde faiz en yüksek değerine yine mart ayının sonunda ulaştı: Yüzde 18.6. Şu günlerde de bu düzeye yakın seyrediyor. 15 Ekim 2007'deki değeri yüzde 16.3, 14 Ocak'taki ise yüzde 16.4 düzeyindeydi. Yani, faizdeki artış sadece 2.2 puan dolayında kaldı. Faiz açısından bakıldığında da aynı saptamayı yapmak mümkün: Deprem sırasındaki faiz tepkisi, çalkantı dönemindekine kıyasla hem çok sınırlı, hem de uzun bir süreye yayılıyor. Dünya mali piyasalarında böyle bir deprem yaşanıyorken, bu depreme döviz kurunun ve piyasa faizinin verdiği tepki 2006 çalkantı dönemine kıyasla daha sınırlı ve daha uzun bir zamana yayılıyor. Ama salt kur ve faiz hareketlerine bakarak 2006'ya kıyasla daha az kırılgan olduğumuz sonucuna ulaşırsak yanlış bir çıkarsama yapmış oluruz. Ekonomik göstergeler 2006 yılının ikinci çeyreğinin başına kıyasla çoğu makroekonomik göstergemiz daha kötü durumda. Yıllık tüketici enflasyonu o dönemde yüzde 8 düzeyindeymiş, şimdi ise yüzde 9 düzeyinde. Bir puanlık fark çok fazla değil denilebilir, ancak 2006'daki hedefin 2008 hedefine kıyasla 1 puan daha yüksek olduğunu da hatırlamakta yarar var. Dolayısıyla, hedefle gerçekleşen arasındaki fark açısından bakıldığında şimdi hedefe daha uzağız. İkincil piyasada gösterge tahvilin faiz oranı şimdi 18'in üzerinde, o dönemde yüzde 13.7 düzeyindeymiş. Beş puanlık bir artış söz konusu. Deprem öncesindeki faiz düzeyini (16.3) dikkate alırsak aradaki fark azalıyor ama yine de önemli bir fark var. Daha temel bir farklılık büyüme hızına ilişkin. 2007'nin son iki çeyreğinin her birinde bir yıl öncesinin aynı dönemine göre büyüme hızımız yüzde 3.4 düzeyinde oldu. Oysa 2005'i yüzde 8.4'lük bir büyümeyle kapattık, 2006'nın ilk çeyreğindeki büyüme hızımız ise yüzde 5.9 olarak gerçekleşti. Kısacası 2008'deki depreme çok daha düşük bir büyüme hızıyla yakalandık. Hafta içinde açıklanan değerlere göre 2008 ocak ayı işsizlik oranı yüzde 11.3 düzeyinde gerçekleşti. Bu oran, yeni nüfus sayımı verileri kullanılarak yapılan bir hesaplamaya dayanıyor. Aynı sayıma dayalı veriler 2006'nın Kasım ayından geriye gitmiyor. Bu durumda rakamsal bir karşılaştırma mümkün değil. Ama 2006'nın başlarından 2007'nin ortalarına kadar eski nüfus verilerine dayanarak işsizlik oranının azalma eğiliminde olduğunu belirtebiliriz. Oysa şimdi yükselme eğilimi gösteriyor. 2006'ya kıyasla bir diğer olumsuz gösterge de cari işlemler dengesi. Gerçi o zaman da cari hesabımız bozuktu, şimdi de. Ama bu sefer daha yüksek bir düzeyde açığımız. Özellikle yaşanan depremin niteliği dikkate alındığında, yurtdışından sağlanabilecek kredilerin azalması olasılığı ortaya çıkıyor. Bu da şimdiki cari açık düzeyini 2006'ya kıyasla biraz daha riskli hale getiriyor. Bu kadar olumsuz göstergeden sonra olumlu bir göstergeye değinmek gerekir. Üstelik bu oldukça önemli bir değişken: Kamu borcunun milli gelire oranı, şimdi 2006'ya kıyasla çok daha düşük bir düzeyde. Üstelik borcun dövize duyarlı kısmı da daha düşük. Bu tek başına yukarıda değinilen olumsuzlukların bir kısmını telafi edici bir gelişme. Ama... Bilançoların önemi Biraz da bilançolara bakmakta yarar var. Zira krizler söz konusu olduğunda unutulmaması geren birkaç temel özelliğin önemli bir kısmı bilançolarla ilgili. Bir tanesi şu: Nerede bilanço zafiyeti varsa, orada sorun var demektir. Diğeri de şöyle: Bir kurumun borçlarının varlıklarına oranı (kaldıraç oranı) ne kadar yüksekse, o kurum o kadar tehlike altındadır. Üçüncü bir özellik de şu: 'Normal' zamanlarda yüksek bir kaldıraç oranı ve bilanço zafiyeti pek göze batmaz. Sorun olarak addedilmezler de. Ama büyük bir dışsal şok, bunların aslında ne denli büyük birer sorun olduğunu hemen ortaya koyar. Evet, büyük dışsal şoklar sık sık oluşmaz, oluşsalardı zaten 'şok' olarak adlandırılmazlardı, ama bir kez ortaya çıktıklarında da bu zayıf bünyeli kesimleri can evlerinden vururlar. Denetim ve gözetim bu nedenle asıl olarak kötü günleri kazasız belasız atlatmak içindir. İyi günlerde 'pişmiş aşa su katmak' pahasına denetim ve gözetime sarılmak gerekir. Bu pişmiş aş 'hızlı büyüme' olabilir mesela. Su katma eylemi ise şirketler kesiminin bilanço zafiyetine düşmesini engelleyici önlemler almaktır. Bankacılık sektörünün gün geçtikçe daha sağlam bir hale geldiğini biliyoruz. Bu bilgimiz Merkez Bankası'nın (MB) ve BDDK'nın raporlarına dayanıyor. Ama aynı kurumların verilerine göre şirketler kesiminin bu açıdan sorunlu olduğunu görüyoruz. Bilançoların durumu MB'nin en son Finansal İstikrar Raporu'na göre şirketler kesiminin 2006 yılında kullandığı nakdi kredilerin yüzde 71'i yabancı para cinsinden krediler. Bir başka rakam: Eski milli gelir serilerine oranla şirketler kesiminin net dış kredi kullanımı 2006 yılına kadar yüzde 2.8'in altında kalmış. 2006'da yüzde 4.8'e, 2007'de ise yüzde 5.6'ya sıçrıyor. İki yılda iki kat artış var. Yeni milli gelir verileri kullanınca elbette bu değerler daha düşük olacak, ama bir yıldan diğerine artış hızı üç aşağı beş yukarı aynı kalacak. Biz yine MB'nin son Finansal İstikrar Raporu'na dönelim (Tablo I.14). O tabloda banka dışı kesimin yabancı para cinsinden döviz varlıkları ile döviz borçları yer alıyor. 2005 yılının sonunda şirketler kesiminin yabancı para cinsinden borcu, yabancı para cinsinden alacaklarına kıyasla 27 milyar dolar daha fazlaymış. Söz konusu açık pozisyon 2006 yılının sonunda 37 milyar dolara, 2007 haziranında ise 51 milyar dolara yükselmiş. Şüphesiz MB'nin raporunda vurguladığı gibi şirketlerin açık pozisyonunu tam ölçemiyoruz. Öte yandan açık pozisyonu kimin verdiği daha önemli. Açık pozisyonu yüksek olanın döviz kazancı da yüksekse, o açık pozisyondan o kadar da korkmamak gerekir. Ama krizler üzerine yapılan teorik ve uygulamalı çalışmalar bize gösteriyor ki, bilanço zayıflıklarının olduğu yerden korkmak gerekir 'kötü günlerde'. Şirketler kesimimizin apaçık bir biçimde kur sıçramalarına karşı belirgin bir zafiyeti var. Ekonomi politikası İki temel sorunla karşı karşıyayız. Birincisi ocak ayında yayınlanan verilere göre işsizlik oranımız yüzde 11.3 düzeyinde, yani yüksek. Üstelik çalışabilir nüfusumuzun oldukça az bir kısmını istihdam edebiliyoruz. Özellikle kadınlarımızın işgücüne katılımı son derece düşük. Bu katılım daha yüksek düzeyde olsa, işsizlik oranımız şimdiki düzeyinin oldukça üzerine çıkacak. İkincisi, mevcut büyüme potansiyelimiz hem bu işsizlik oranını makul düzeylere indirmek için, hem de gelişmiş ülkelerin refah düzeyine kısa zamanda ulaşmak için yeterli değil. Türkiye'nin fert başına gelir düzeyi, AB üyesi ülkelerin ortalama fert başına gelir düzeyine kıyasla olduğu yerde saymış, 1975 yılından bu yana. Oysa İrlanda, Kore ve Çin gibi çok farklı programlar uygulayan ülkeler, AB'ye olan göreli konumlarını önemli ölçüde lehlerine çevirdiler aynı dönemde. 2001 krizinden bu yana uygulaya geldiğimiz ekonomik program bu iki temel soruna çözüm üretmeyi amaçlamıyordu. Böyle bir kapasitesi de yoktu, iddiası da. Ama çok önemli bir başka işlevi vardı: Bu iki temel soruna çözüm getirecek önlemlerin alınacağı zemini hazırlayacaktı. Yani, bataklığı kurutup, bastığımız zemini sıçramaya uygun bir duruma getirecekti. Yeni bir programa gereksinmemiz var. Mevcut program miadını doldurdu. Yeni programda eskisinde olduğu gibi istikrarı sağlayıcı önlemler mutlaka olmalı. Ama bu yetmez. Bizi yukarıya sıçratacak ikinci kuşak reformlar bu programın asıl itici gücü olmalı. Şimdi ortada böyle bir program yok. Olmayınca da mevcut durumdan bir adım ileriye gitme şansımız yok. Mevcut durumda ise, son yıllardaki en düşük büyüme hızı, artma eğilimi gösteren işsizlik, hedefin çok üzerinde bir enflasyon ve yine artma eğilimindeki faizler var. Unutmamamız gereken bir nokta daha var. Bataklığı kuruturken önemli iki tane çapamız vardı. Öncelikle IMF ile beraber yürüttüğümüz program ve sonra da AB reformları. İlki, geçmişteki disiplinsiz makroekonomik politikalara dönmeyeceğimiz konusunda garanti veriyordu herkese. İkincisi de orta vadede Türkiye'nin kurumsal açıdan çok farklı bir ekonomi olacağına. Bu çapalar şu ya da bu nedenle çapa olma özelliklerini büyük ölçüde yitirdiler son dönemlerde. Siyasi gerginlikler Siyasi gerginlikler açısından da 2006'ya kıyasla kötü bir durumdayız. Siyasi sonuçları açısından, 2006'daki en önemli falso, MB yönetimin değiştiriliş biçimiydi. İki kuşkuya yol açtı toplumda. Birincisi, iş başındakilerin uygulaya geldikleri yapısal reformların özünü pek de kavramadıkları izlenimi ortaya çıktı. Mesela, MB bağımsızlığı ne demek, bu bağımsızlık aslında onların işlerini nasıl kolaylaştırmaktadır, anlaşılmamıştı. İkincisi, kanunla kendisine verilen temel görevler açısından bakıldığında elde ettiği sonuçlar başarılı olan (hedefleri hiçbir zaman aşmayan enflasyon) bir yönetim demek ki 'bizden değil' diye değiştirilebiliyordu. Ama 2006 çalkantısı sırasında bunlar sadece birer kuşku düzeyindeydi. Dolayısıyla, 2006 Nisan ayında su üzerine çıkmış bir siyasi gerginlikten söz etmek mümkün değildi. Oysa 2007'den başlayarak zaman zaman yatışmış gibi görünse de siyasi gerginlik giderek arttı. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlayan ve şu sıralar yine tırmanan süreci ve sonucunda artan kutuplaşmayı düşünün. Şu sıralardaki kutuplaşmanın ve gerginliğin boyutu herhalde o dönemdeki ile karşılaştırılamaz bile. En kötüsü geçti mi? Krizin dip noktasının yaşandığı, gelecek günlerde işlerin giderek düzeleceği yönünde görüşler son haftalarda artan bir yoğunlukta ileri sürülmekteydi. Ancak bir önceki haftanın son iki işgününden başlayarak çıkan haberler bu yargıya varmak için henüz çok erken olduğunu gösterdi. ABD piyasaları geçen haftayı önemli kayıplarla kapattılar. Çarşamba günü yeniden toparlandılar. Michigan Üniversitesi'nin tüketici güven endeksi 1982'den bu yana en düşük değerine indi. Yeni konut inşatları düşmeye devam etti. Kâh beklenenden kötü bilançolar açıklandı, kâh daha iyi... Kısacası mali piyasalardaki depremin şiddeti ve süresi hakkındaki büyük belirsizliğin devam ettiği bir kez daha ortaya çıktı. Ek olarak IMF 2008'e ilişkin büyüme öngörülerini tekrar aşağıya çekti. ABD'nin 2008'de sadece yüzde 0.5, 2009'da ise yüzde 0.6 oranında büyüyeceğini tahmin ettiğini açıkladı. Avrupa için öngörülen hızı ise 2008'de yüzde 1.4'e indirdi. Çin ve Hindistan için yaptığı büyüme tahminlerini de düşürdü. Öte yandan bu öngörülerindeki riskin aşağıya doğru olduğunu vurguladı IMF. Yani, yıl sonu gerçekleşmelerinin öngörülenin de altında olabileceğini ifade etti. Bu karamsar büyüme öngörülerinin iki ana nedeni var. Tahmin edeceğiniz gibi bunlar ABD konut piyasasındaki olumsuz gidişat ile yine ABD kredi piyasasındaki daralma. İkisi de birbirini besliyor. Öte yandan, 'bize benzer' ülkeler açısından riskleri özellikle vurguladı IMF. Uluslararası mali yatırımcıların risk alma iştahlarının ve bizim gibi ülkelere akan sermaye miktarının azalabileceğine dikkat çekti. Hem borçlanma maliyetlerinin artması, hem de borçlanma olanaklarının kısıtlanması anlamına geliyor bunlar. Bu risklerin, özellikle merkezi ve Doğu Avrupa'daki bazı yükselen piyasa ekonomileri için duyulan kaygıları son derece artırdığını üstüne basa basa vurguladı. Türkiye de bu grupta yer alıyor. Bu tabloya bir de mal fiyatlarındaki çılgın gidişatı eklemek gerekiyor. Enerji, demir-çelik, buğday, pirinç ve benzeri malların fiyatları sürekli artıyor. Dünyada enflasyonu yükseltiyor bu gelişme. Durgunluğa girmekte olan ülkelerin politika seçeneklerini de kısıtlıyor bu gelişme. Gidişat sevimsiz kısacası. Unutmamamız gereken şu: 2001'e kıyasla çok daha iyi bir durumdayız, ama 2006'ya kıyasla da daha kırılganız. Dış piyasalarda yaşananın bir deprem olduğu da dikkate alındığında içeride sağlam durmamız gerekiyor. Şu ana kadar bu dönemde içeride yaptıklarımız bu açıdan pek umut verici değil. Ama yine de bu olumsuzlukların ekonomimize verecekleri hasarı en aza indirmek bizim elimizde. Çaresiz değiliz kısacası. Çaresiz olmadığımızı kanıtlamamızın yolu ise bu edilgen konumdan bir an önce çıkmaktan geçiyor.