Sıkılaştırma bizi ne kadar sıkıştıracak?
Haziran ayı enflasyonunun beklentilerin altında gelmesi MB'nin faiz politikasında bir miktar gevşeme olabileceği yönünde bazı kesimleri ümitlendirmiş olabilir. Ancak Fed ve onunla birlikte hareket etmeye meyilli Kanada, İngiltere ve Avrupa merkez bankaları bu beklentileri boşa çıkaracak gibi.
Temmuz ayında da baz etkisiyle enflasyonda düşüş görme olasılığı oldukça yüksek. (Geçen temmuzda yüzde 1.16'lık rekor bir artış yaşanmıştı.) Böylece 3 ay üst üste 12 aylık enflasyonda bir azalma ve 3 Ağustos'ta belki de tek haneli bir seviye göreceğiz. Ancak bu duruma çok da bel bağlamamak gerekir. Çünkü sonrasında yol oldukça inişli çıkışlı ve sene sonunda enflasyonu gene de 2 hanelerde bitireceğiz, ki bu tahmin TL'nin bugünkü seviyelerinden bir değer kaybını içermiyor.
Asıl mesele başta da belirttiğim gibi Fed başta olmak üzere diğer merkez bankalarının ne yönde hareket edecekleri. Açıkçası Kanada merkez bankası, bu ülke ekonomisinin dünya finans piyasalarında önemli bir ağırlığı olmaması nedeniyle, çok da belirleyici değil. Keza, İngiltere merkez bankasının da koordineli bir sıkılaştırma hareketine bu noktada katılacağı çok net değil. (Ben hâlâ finans piyasalarının İngiltere ekonomisinin Brexit nedeniyle yavaşlama riskini yeteri kadar satın aldıklarını düşünmüyorum doğrusu.) Ancak buradaki asıl önemli oyuncu Avrupa Merkez Bankası (AMB).
Geçen hafta Portekiz'in Sintra beldesinde gerçekleştirilen merkez bankacıları toplantısında para politikasına şahin olmayan yaklaşımıyla bilinen Mario Draghi'nin reflasyon ve ekonomik toparlanmadan bahsetmesi finans piyasalarını ilk defa bu riske uyandırmış gözüküyor. Her ne kadar ertesi gün diğer AMB bankacıları Draghi'nin konuşmasının AMB'nin yakın gelecekte sıkılaştırmaya gideceği anlamına gelmediğini belirtseler de özellikle Alman devlet bonoları faizlerinde yaşanan keskin yükseliş finans piyasalarının bu riski göz ardı etmediklerini ortaya koymakta.
Bir anda herkes eski Fed Başkanı Bernanke'nin 2013 Mayısında ilk defa Fed bilançosundaki genişlemenin yavaşlatılacağı (tapering) açıklamasını yapmasından sonra dünya finans piyasalarında meydana gelen çalkantıyı (tantrum) hatırlamış gözüküyor. (TL'deki ilk zayıflama baskısı da o günlerde başladı ve inişli ve de daha çok çıkışlı geçen bir 3 seneden sonra TL, ABD doları karşısında yüzde 100'ün üzerinde değer kaybetti.)
Bazı yorumcular son 2 çeyrektir Türkiye ekonomisinin beklenenden daha iyi bir büyüme göstermesi nedeniyle diğer gelişmekte olan ülke ekonomilerine göre daha az risk taşıdığı gibi bir algı içindeler. Ancak finans piyasaları açıkçası pek de yatırım yaptıkları ekonomi, geçmiş çeyreklerde yüzde 2 mi, yüzde 5 mi büyümüş diye bakmazlar. Onlar için o ülke ekonomisinin sürdürülebilirliği, nominal faiz oranları ve ülke parasının rekabetçi değeri çok daha önemli parametrelerdir. (Finans piyasaları dışında doğrudan yabancı sermaye yatırımları şeklindeki döviz girişlerini irdelemek ise gereksiz çünkü bugünkü konjonktürde buradan önemli bir kaynak gelmesi neredeyse imkansız.)
Her ne kadar bu senenin ilk 2 çeyreğinde yüzde 5 büyümüş bile olsak, bunun devlet harcamaları ve KGF kredilerindeki artışlarla sağlandığı malum. Bu devamlılık arz edebilecek bir durum değil. Nominal faiz oranları ise diğer gelişmekte olan ülkelere göre yüksek. Bu olumlu bir durum ve belki de TL'nin değer kaybını önleyen bir olgu. Öte yandan, “TL'nin bugünkü seviyesi rekabetçi bir seviye mi” sorusunun cevabı çok net değil. Evet, dış ticaret dengemizde bir miktar düzelme var ve reel efektif kur düzeyimiz düşük. Ancak buna rağmen, art(ırıl)an iç taleple birlikte cari açığımızın artma ihtimali de hala var.
Sonuç olarak, Fed'in sıkılaştırmasına AMB'nin de katılması durumunda işimizin daha zorlaşacağı açık. Bu şartlar altında MB'nin enflasyonda görülecek geçici düşüşe kanmayarak sağlam duruşunu sürdürmesi elzem.