Sesimi duyan var mı?
Hiç duymak istemediğim bu narayı yine duymak zorunda kaldık, üzüntümü tarif etmem o kadar zor ki. Elim klavyeye gitti, ama kah klavye yazmak istemedi, kah elim. Ocak dış ticaret analizi yaparım diye düşünürken, bir afet olacağını ve böylesi acı bir konuyu yazmak zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Tüm ülkemizin başı sağ olsun, yaralılara Allah şifa versin.
Öyle çok aile yok oldu veya parçalandı ki, tasavvur edebilmemizin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Depremin teknik boyutunu konuşabilmem imkansız, alanım değil. Ancak bir vatandaş olarak iki şeyi konuşmaya hakkım ve hakkımız olduğunu düşünüyorum. İlki, fay hatlarına rağmen binaların nasıl bu kadar sorumsuzca inşa edildiği ve buna nasıl müsaade edildiği; diğeriyse, bu işin lojistiğini yönetmeyi 1999 yılından bu yana hala nasıl olup da öğrenemediğimiz konusunu. Bu ikisini konuşmaz isek, işte hatanın büyüğünü asıl o zaman yapmış oluruz.
Lojistikte sınıfta kaldık
Tüm Türk halkı yardım için seferber olmuş durumda, ama gelin görün ki genel anlamda işin lojistiğinde yine sınıfta kaldığımızı kendimize itiraf etmemiz gerekiyor. Nakliyecilerimiz öylesine fedakâr ki, onların bu özveri ve emeğinin ne yazık ki karşılığını görememeleri son derece üzücü. Yazıyı kaleme alırken yardım götürmeye çalışan bir kamyon şoförü arkadaşın sesli mesajı geldi, Maraş’ın girişindeyim saatlerdir bekliyorum ama henüz hiç kimse bana ürünleri boşaltma izni vermiyor, oysaki insanların çok ihtiyacı olduğunu görüyorum diye adeta feryat ediyordu. Yardım toplama ve yardım etme konusunda; ne denli başarılı ve fedakarsak, kurtarma ve yardım malzemelerini doğru yere ulaştırma konusunda, yani afetin lojistiğini yönetmekte, bir o kadar başarısızız.
Konuşacak çok ama çok şey var. Konuşacağımız konuların sıralamasını yapmak lazım; evvela enkaz altındaki insanların kurtarılması ana gündemimiz. Sonra, kurtarılan kişilerin yaşamlarını bundan sonra nasıl sürdürecekleri konuşulacak ve bir süre sonra işin bu kısmı da daha az gündeme gelecek, ateş düştüğü yeri yakmak ile yetinecek. Ve ardından işin ekonomik boyutu konuşulacak. Kaybın nasıl bir bilançosu olduğu, ekonomi üzerindeki etkileri, yükün nasıl finanse edileceği v.s. v.s. Gelelim asıl konuşulması gereken konuya, depremde yaşadığımız bu büyük yıkımın tekrar etmemesi için alınması gereken tedbirler. Bunu konuşur muyuz, konuşuruz elbet, ama sadece konuşuruz. Konuşuruz, konuşuruz, konuşuruz… Ve bir süre sonra unuturuz. Yaşamımıza kaldığımız yerden devam eder, bir sonraki depremi beklemeye koyuluruz. Bugüne dek zaten hep böyle olmadı mı?
Unutmayalım, unutturmayalım
Hep derim, biz “en”ler ülkesiyiz. Her şeyi en uç hali ile yaşıyoruz. Hiçbir ülke yoktur ki, bizim kadar yardımsever olsun, bu denli hızlı aksiyon alabilsin. Ancak aynı ülke vatandaşları olarak biz en ihmalkar ülke değil miyiz? 1999 depreminden beri söylenenleri önemsemeyip, Hatay bölgesi için yapılan ikazları dinlemeyip, dilim varmasa da olası Marmara depremi için de halen tam bir tedbir almayan aynı toplum da biz değil miyiz? En büyük dileğim ve bu yazıyı kaleme almamdaki gayem, asıl konuşmamız gereken konuyu unutmayıp, unutturmamamız. Bize düşen, asla unutulmasına müsaade etmemek. Ben kendi adıma bunun sözünü veriyorum ama hepimizin aynı sözü vermesi ve tutması şart.
Dokuz büyüklüğünde deprem yaşayan ama bir tek kişinin bile burnu kanamayan Japonya’nın bunu nasıl başardığını daha fazla anlamalı, istenildikten sonra aynısının bizde de sağlanabileceğini, tedbirler doğru alınırsa bir tek vatandaşımızı dahi kaybetmeyeceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Her ne kadar keşke tüm bunları binlerce vatandaşımızı kaybetmeden önce yapsaydık desek de yine de önce şapkayı önümüze koymalı, değerlendirmeli ve kralın çıplak olduğunu kendimize itiraf etmeliyiz.
Yardım konusunda gösterdiğimiz özveri ve fedakarlığı, tedbir alma konusunda da gösterdiğimiz gün, hedefe ulaşmış olacağız.
Unutmayalım, unutturmayalım….