Sermaye hareketlerinin kısıtlanması üzerine
GÜNDEM / Tuğrul Belli [email protected] Geçenlerde, herhalde yaşayan en önemli Türkiyeli ekonomistlerden biri olarak görülmesi gereken Dani Rodrik ve çalışma arkadaşı Arvind Subramanian'ın Financial Times'ta sermaye hareketlerinin kısıtlanması üzerine bir makaleleri yayınlandı. Bu İMF'nin de dahil olduğu ve kısaca Washington konsensüsü olarak bilinen neo-liberal iktisat politikalarını bir amentü gibi benimsemiş çevreler açısından hiç de kabul edilebilecek bir tez değil. Öte yandan Rodrik'in düşünce yapısı ve son dönemdeki çalışmalarına aşina olan biri için hiç de şaşırtıcı gelmeyecek bu yazıda özetle gerek gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere, gerekse de son yıllarda gördüğümüz Çin veya petrol zengini olan bazı gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere olan fon akımlarının bazı yöntemlerle kısıtlanması gerektiği vurgulanıyordu. Dikkat ettim de, aslında konu bizim gibi ekonomileri doğrudan ilgilendirmesine rağmen ekonomi yorumcularımızdan bir ses çıkmadı. Sadece bir yorumcumuz "bu solcu ideolog Rodrik de ne diyor, bakın biz son 5 yılda yabancı sermaye sayesinde babalar gibi büyüdük" mealinde bir yazı yazdı (D. Gökçe, 29.02.2008, Akşam gazetesi). Öncelikle pek çok kez belirttiğim gibi, Türkiye'nin son 5 yıldaki ekonomik performansı doğrudan rekabet içinde bulunduğu ülkelerden daha iyi değil. Ayrıca, unutmayalım ki, rakibimiz olan ülkelerin pek çoğu kur politikaları ve sermaye kontrolleri uygulayarak yabancı sermaye girişlerini kontrol altında tutuyorlar. Bugün geldiğimiz noktada ise Türkiye'nin 40 milyar dolarlık cari açığı, 4 senedir düşüremediği enflasyonu, ve aşırı değerlenmiş parası ile gelişmekte olan ülkeler arasında en riskli ülkelerden biri olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Ve yakın zamanda, Türkiye'nin büyüme hızının ortalamaya geri dönmesi de (reverting to the mean) oldukça yüksek bir olasılık. Öte yandan, yazı iyi okunduğu zaman, aslında Türkiye'nin bazı şeyleri de doğru yaparak, sermaye hareketlerinin denge bozucu ve kriz çıkarıcı etkilerini bir ölçüde (en azından bugüne kadar) azaltmış olduğunu görüyoruz. Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere akan sermaye (yazıda buna "downhill" sermaye akışı deniliyor) en çok bütçe açıklarını kontrol edemeyen (80'lerdeki Latin Amerika krizi) veya kurlarının değerini rekabetçi olacak bir şekilde suni olarak düşük tutan (90'lardaki Uzak-Doğu krizi) ülkelerde problem yaratıyor. Türkiye ise son 7 yılda hem maliye politikasında (özellikle geçmiş dönemlere göre) bir istikrar yakaladı, hem de serbest kur rejimini benimseyerek ani ve kırılgan bir kriz yaşama riskini azalttı. Ayrıca, 2001'de bankacılık sektörününün mecburi olarak yeniden yapılanması ile birlikte düzenleme ve denetleme fonksiyonlarının (özellikle açık pozisyonun kontrolü ve yabancı para üzerinden borçlanma konusunda) sıkılaştırılmış olması, sektörde risk oluşturacak aşırı hızlı ve kontrolsüz bir büyümenin oluşmasını engelledi. Yazı doğal olarak bugün için daha büyük bir problem teşkil eden son yıllarda gelişmekte olan ve petrol zengini ülkelerde meydana gelen tasarruf birikiminin (savings glut) ABD ekonomisine girmesiyle ortaya çıkan "uphill" sermaye akımlarının yarattığı küresel dengesizliklerin çözümüne odaklanıyor. Burada Rodrik ve Subramanian'ın getirdiği öneriler prensipte doğru olsalar da, uygulamada siyasi ve teknik zorluklar içeriyorlar. Birinci öneri, petrole olan talebi düşürmek ve petrol üreticisi ülkelerin aşırı cari fazlalarını eritmek için ABD, Çin ve Hindistan gibi petrol ithal eden ülkelerin yüksek oranlı petrol vergileri uygulamaya konması. Ancak, bir resesyon içerisinde olan ve başkanlık seçimlerinin de yaklaşmakta olduğu ABD'de bugün için böyle bir tedbirin alınması çok zor gözüküyor. Keza, zaten yüksek miktarda cari fazla vermekte olan Çin ve Hindistan'ın da böyle bir tedbiri benimsemeleri pek olası değil. İkinci önlem ise, cari fazla veren gelişmekte olan ülkelerin kurlarının değerini artırmaları. Bu önerinin aslında Rodrik'in daha önceki çalışmalarında ortaya koyduğu "kurun değerinin düşük tutulması gelişmekte olan ülkeler için iyidir" teziyle çeliştiğinin kendisi de farkında. Ancak, kendi sözleriyle "bugün gelinen noktada, ülkelerin kendi menfaatleri cari hesaplarında yaşanan dengesizliklerin düzenli (=kriz yaratmayacak) bir şekilde çözümlenmesini gerekli kılıyor". Tabii, böyle bir yaklaşımın benimsenmesi de ancak Dünya Ticaret Örgütü ve İMF gibi uluslararası kuruluşların bu politikalara aktif destek vermeleriyle mümkün. Ancak bu kuruluşların ideolojik paketine bakınca böyle bir olasılığın oldukça düşük olduğunu söylemeliyiz. Sonuçta, yaşanan global dengesizliklerin (toplam ekonomik verimliliği azaltması nedeniyle ekonomistler tarafından hiç de tercih edilmeyen bir yöntem olan) dış ticaretteki koruma kalkanlarının artırılması yoluyla çözülmeye çalışılmasının daha büyük bir olasılık olduğunu düşünüyorum. Bütün bu tartışmalar üzerine ilginç bir nokta da, liberal yaklaşımlarıyla tanınan Financial Times'ın baş ekonomi yazarı Martin Wolf'un son yıllarda geçirmekte olduğu evrim. Rodrik'in yazısına yaptığı yorumda Wolf, net olarak "Ülkeler ekonomilerine giren doğrudan sermaye yatırımlarını, portföy yatırımlarını ve yerel para cinsinden borçlanma miktarlarını sınırlandırmalıdırlar" diyor. Wolf sonunda hidayete ermiş gözüküyor. Darısı bizim ideolog olmadığını iddia eden ideolog yazarlarımızın başına diyelim.